18 Aralık 2011 Pazar

Hevessiz Bilim İnsanı Adayını Nasıl Geri Kazandık?


Selam Hayali Blok! Heeey sana diyoruuuum! Şşşşt, baksana! Hooooop! Tamam yaa biraz aksatmış olabilirim yazmayı son zamanlarda ama küsme öyle hemen. Tamam, eğlenceli filan da yazamadım azıcık manyağa bağladım duygusallaştım falan sıktım seni ama olur böyle şeyler arada. İnsanız neticede dimi, her zaman neşeli olamıyoruz. Hem aramızda lafı mı olur böyle şeylerin, dimi?
İkna olduysan ben başlayayım artık yavaştan-zaten hızlı bir başlangıcı istesen de yapamam, korkma, varoluşsal bir yavaşlık söz konusu benliğimde, Nuri Bilge Ceylan belgeselimi çekse çaktırmadan, tam onluk bi film olur, o derece… (Bak yine kafiyeli cümleler kurmaya başladım, şiir mi yazsam ne… Nasıl olur, ne dersin? Şaka şaka, yazmıcam merak etme.)
Efendiiiim… Kendimi bilim insanı olma heveslisi bir genç (23 oldum yaaa ne genci, ühü!) olaraktan tanıtmıştım ama bugüne dek bu konuda çok da bir şey yazmadığımı fark ettim. Aslında öğrendiğim ilginç bilimsel gelişmeleri buradan paylaşsam ne güzel olur diye düşünmekteyim zaman zaman. Lakin hevesli olduğunuz kadar, üşengeçsiniz de küçük hanım. Off evet, maalesef öyleyim yaa. Bazen o kadar amaçsız ve hevessiz hissediyorum ki, içimden hiçbir şey yapmak gelmiyor. Sadece boş boş oturayım istiyorum. Ve oturuyorum da. Madenüs (ev arkadaşım olur kendisi) gelip soruyor napıyosun Aslı diye, diyorum ki, içimden bi şeyler yapma isteğinin gelmesini bekliyorum, o itki gelince kıpırdayabileceğim ancak. Sonra halime kahkahalarla gülüyoruz. O, gülerek ve delirdiğime falan inanarak odasına giderken ben de bekleme halime geri dönüyorum. İşte böyle zamanları aşmak için insanın içindeki merak duygusunu baştan çıkaracak, hevesini geri getirip harekete geçmesini sağlayacak uyarıcı bir sinyal gerekiyor.
Dün reseptörlerimi harekete geçiren sinyal molekülü ise III. Evrim Bilim ve Eğitim Sempozyumu oldu. Üniversite Konseyleri Derneği’nin düzenlediği sempozyum, Boğaziçi Üniversitesi’nin Uçaksavar Kampüsü’nde vuku buldu. Bir cumartesi günü erkenden kalkıp evrim hakkında bilgi edinmeye gelen çok sayıda katılımcı vardı, hatta İstanbul dışından gelen birçok grup vardı. Evrim konusuna böyle yoğun bir ilginin olması gerçekten çok güzel. Sempozyumda güzel işler yapan birçok bilim insanı çok yararlı bilgiler aktardılar. Hayatın başlangıcından fosil kanıtlara, homolojilerden arkeolojik bulgulara, radyolojik verilerden, hayvanların evcilleştirilmesine, moleküler evrimden bilincin evrimine dek çok keyifli sunumlar dinledik. Oturumların sonunda hocalar dinleyicilerin kağıda yazarak gönderdiği soruları yanıtladılar. Bu, soruları yazarak alma yöntemini çok başarılı buldum, bence kesinlikle gerekliydi böyle bir yol. Çünkü herhangi bir konuda yapılan herhangi bir sunumda dahi birebir soru sorma fırsatı verildiğinde gereksiz tartışmalar, boş konuşmalar, konuyu saptırmacalar muhakkak oluyor ve uzayıp giden bu durum gerçekten can sıkıyor. Hele ki evrim gibi tartışılmaya çokça meyilli olan bir konuda bu oldukça güzel bir çözümdü. Sorulan sorular arasında tabii ki yine ‘İnsan maymundan geliyorsa neden hala maymunlar var?’ sorusu da vardı. Hocalar gelen soruları büyük sabır ile cevapladılar. Ben de bir kez daha şu meşhur soruyu cevaplamak istiyorum. Duyduk duymadık demeyin, insan maymundan geliyor diye bir şey yok, insan ve maymun ortak atadan geliyor- tıpkı diğer tüm canlılarla olduğu gibi. Ama insan ve şu anki maymunlar yollarını daha yakın bir zaman önce ayırmışlar. Artık bu soruyu sormayın yaa, lütfen, yani bunun cevabı zaten her yerde var (Evrim her yerde diyomuşum), milyon kez cevaplandı bu soru. Hee yeri gelmişken pek faideli bir siteyi de tavsiye etmeden geçemeyeceğim:  evrimianlamak.org/
İşte böyle, güzel bir gündü dün. Aslında bugün de devam ediyor sempozyum ama ben gidemiyorum, ühü. Çünkü hazırlamam gereken zorlu bir sunum var. Zorlu ama seviyorum bu dersi. Çünkü kendi projemizi üretiyoruz ve tüm ayrıntılarıyla açıklamak zorundayız projeyi, neyi nasıl yapacağız, hangi metodları kullanacağız, niye onları kullanacağız, hangi aletlere ihtiyacımız olacak, hangi maddelerden ne kadar kullanacağız, projenin maliyeti ve süresi ne kadar olacak gibi bir sürü soruyu yanıtlamamız ve konuya oldukça hakim olmamız gerekiyor. Ama bu sayede bir proje nasıl yazılırı da tecrübe etmiş olacağız. Dünkü sempozyumun tetikleyici etkisiyle şimdi sunumumu hazırlamaya başlayacağım. Gerçekten, bilim adına bir şeyler yapma hevesimi, umudumu geri kazandım. Keşke böyle daha çok bir araya gelebilsek… (Yazar burada her şeyi devletten beklemenin tavanına vurur. Bu arada sempozyumun üçüncüsünü düzenleyen Üniversite Konseyleri Derneği’ne kendi çapımda teşekkürü borç biliyorum.)
Arada görüşelim seninle yaa Hayali Blok, iyi oluyor dimi, özlemişim seni, arayı uzatmayalım bak, haberleşelim mutlaka yani. Nee, yazmazsam o blok kafama mı iner, hmm peki ooolldu o zaman...

9 Kasım 2011 Çarşamba

Değişmesi Gereken Şeyler

Vincent van Gogh - Öğle Uykusu 

Emeklilik kanunu değişmeli. Bu konuda kendimi çok mağdur hissediyorum. Ve eminim ki yalnız değilim. Emeklilik, babadan kıza geçmeli. Babalar emekli olduğunda, kızları da emekli sayılmalı. Göz hakkı denen bir şey var yani… 21. Yüzyılın Türkiye’sinde hala böyle bir uygulamanın olmaması, büyük bir insanlık ayıbıdır! Buradan yetkililere sesleniyor, bu konuya derhal bir çözüm bulunmasını talep ediyorum.
İmza: Babası emekli olmuş ve kendi emekliliğini dört gözle bekleyen kıskanç bir vatandaş

Sürekli Huzursuzluk

Gustav Klimt - The Kiss

Sevmek böyle bir şey miydi? Sürekli huzursuzluk… Huzuru severdi oysa. Sakin ve huzurlu bir yaşamdı ettiği dualardaki isteği. Ama şimdi değildi işte. Gözünü açtığı an aklına o düşüyordu. Deli gibi uykusu varken, gözleri kapanmak üzereyken yine aklına o geliyor, uykusu kaçıyordu. Birlikte geçirdikleri anlar üşüşüyordu aklına. Gittikleri yerler, konuştukları şeyler, bir bakış, bir dokunuş, anlık bir duruş, ayrıntılar, ayrıntılar… Hepsi zihninde teker teker canlanıp sönüyordu. Ve sonra sonu gelmez biçimde tekrar tekrar…
Sevilmeye bu kadar mı açtı? Doyamıyordu, sevilmeye bir türlü doyamıyordu. O da keşke daha çok sevse, hep onu düşünse, düşünmekten uykusu kaçsa. Stresten sağ bacağını sallayıp dursa, ikide bir derin of’lar çekse. Nasıl bu hale geldiğini, gelebildiğini düşünse. Şaşırsa. Hala şaşkın olsa. Bunca yıl sonra nasıl dese. Tek mantıklı cevap olarak Eros’u bulsa. O gün birdenbire okunu saplamış işte dese. Bu kadar zayıf olabilmesine kızsa. Hani ben o insanlar gibi değildim, böyle kapılmazdım dese.  Altı üstü bir gün aranmadı diye unutuldu sansa. Korksa. Deli gibi korksa. Ama gururundan o da arayamasa. İçini terk edilme korkusu sarsa. Gözleri dolsa. Ağlayamasa.

Küçücüğüm Ben

Fabian Perez - El Federal Cafe III
Çok zormuş birini sevmeye çalışmak. Karşılık beklermiş insan, sevginin karşılıksız olması gerektiğine inansa bile. Duygular dört nala koşarmış, uçlarda gezinirmiş hep. Delicesine mutlu ya da nedensizce üzgün. Nedenler varmış aslında. Belki de saçma. Ama varmış işte. Sevilmediğini hissetmek, görünenin aksine. Gözlerime baksaydı keşke. Uzun uzun inceleseydi yüzümü. Sevseydi. Beni gözleriyle sevseydi. Gülümseseydi usulca. Herkes sevilmek istediği gibi seviyor başkasını. Başkasının teninde kendini seviyor insan, diyor ya Tezer Özlü. Doğruymuş.
Birini sevmeye çalışmak hüzün üretim fabrikası açmak gibi sanki. Seriler halinde hüzün üretmek. Küçücük bir insan için ağır değil mi bu. Zaman zaman grevler oluyor tabi. O zaman şenlikler içimde. Lokavt desem bitse tümden üzüntülerim. Ama diyemiyorum, işçileri iliklerine dek sömürmek istiyorum. Hüznüm tavan yapsın, ben dibe vurayım. Çünkü, sanki üzülmeden aşık olunmuyor. Öyle öğretilmedi mi bize? Aşıksan  üzüleceksin! Aşık mıyım? Bilsem… Niye konuşmuyoruz? Ben konuşamam ki... Kendini sevmeyen biri, sevilebildiğine nasıl inanır peki?
Yoruldum sevmekten, küçücüğüm ben.

28 Ağustos 2011 Pazar

Acı Kahve, Çürümüş Çiçek


Çok sevmezdi öyküleri. Romanları tercih ederdi. Karakterlerin hayatını uzun uzun izlemek isterdi. Ama bu öykü kitabını sevmişti. Buradaki öykülerin baş kahramanı hep aynıydı. Karşıdaki kişiler değişse ve zamanlar farklılaşsa da. Onu ve hislerini uzun uzun duyumsayabiliyordu böylece. Belki de bu kitabı sevmesinin asıl nedeni onun da kendisi gibi yalnız olması ve yalnızlığının öykülerini anlatıyor olmasıydı. Kitaba sinmiş o yalnızlık kokusuydu sevdiği.
Kitabı okurken keyif yapmak istedi. Mutfağa gidip kendine bir Türk kahvesi yaptı. Bir fincanlık su ölçtü. Kahve konusunda hiçbir şeyde olmadığı kadar aç gözlüydü. Yarım fincan da fazladan su ekledi. Sırf çok içiyormuş gibi gözükmemek için yarımdı bu. Her fincan için bir kaşık kahve, yarım kaşık şeker koyardı. Bu kez bir buçuk kaşık koymalıydı kahveden. Ve koydu. Ama koyduğunu gördüğü halde koymadığını sandı. Sanmayı seçti. Kaşığın ucuyla biraz daha koydu. Ve biraz daha. Kaç kaşık ucuyla koymuştu? Kendini doğruyu yaptığına inandırdı ve şekeri-olması gerektiği gibi-yarım artı çeyrek kaşık koydu. Hiç karıştırmadı kahveyi. Karıştırmazdı. Kendi kendine de olurdu nasıl olsa, karışmaya ne lüzum vardı! Cezvede köpükler yükselmeye başladığında almadı onları, bıraktı. Başkası yoktu nasılsa. Bütün köpükler onundu. (Ne büyük saadet!) Taşırmadan kapattı ocağı. Fincanına döktü kahvesini.Yarım fincanlık cezvede kaldı. Bunu da az sonra içecekti. Kitabının başına döndü kahvesiyle. Keyif yapacaktı sözde. İki yudumda bitireceği kahvesiyle ancak iki satır okuyabileceğini biliyordu oysa. Zaten niyeti en başından beri kendisine gösteriş yapmaktı. İlk yudumu aldı. Acıydı tadı. Bu kadar acı sevmezdi. Bile bile acı yapmıştı. Bilmediğini sanarak. Sanmayı seçerek. İlk değildi üstelik. Yapıyordu bunu. Nedenini bilmeden. Bir yerden tanıdıktı bu yaptığı... Çiçekleri sularken de aynı şey oluyordu. Onları susuz bırakmak kaygısıyla çok sulardı hep. Ve çok sulanmaktan çürürdü çiçekleri. Sularken bilirdi aslında çok döktüğünü. Bilmediğini sanırdı. Sanmayı seçerdi. Sonra da üzülürdü çürüyen çiçeklerine.
Dipte birikmiş telveyi de yedikten sonra cezvede kalmış olan kahveyi de koydu fincanına. Kahvesini acı acı yudumlayıp kendi öyküsünün çürümesini bekledi.

18 Temmuz 2011 Pazartesi

Annemin Günü


Geçen hafta perşembe günü annemin günü vardı. Benim kaçacağımı bildiğinden, annem ben Balıkesir'e gelir gelmez hemen söyledi perşembe günü olduğunu ve o güne bir plan yapmamamı. Bu kez kaçmam imkansızdı yani. Ben de bari hazırlık evresinden kaçayım o zaman dedim. Gün yeni evde yapılacaktı. (Burada bir paranteze gereksinim duydum. Bizim yıllardır oturduğumuz, merkeze yakın, minicik, tek katlı, bahçeli bir evimiz var. Daha doğrusu babaannemin evi. Ama annem de babamla evlenerek bu eve yerleşmiş, abimle biz de bu evde doğduk, büyüdük. Şimdi annemler yeni bir ev aldılar. Daha doğrusu 6-7 yıl önce bir kooperatife katılmıştılar, bu yıl tamamlandı. Bu ev merkezden biraz uzakta kalıyor. Annemle babam oraya taşınacaklar, abimle babaannemse eski evde kalacaklar. Aslında tam bir ayrılma da olmayacak, iki arada gidip gelecekler öyle-evcilik oynar gibi. Abim, işine daha yakın olduğu için eski evde kalmak istiyor yoksa o da gönüllü gitmeye. Ben en başından beri oraya taşınmaya karşıyım. Gerçi ben zaten Balıkesir'de değilim artık, bana n'oluyosa ama yine de geldiğimde benim evim burası. Burda doğmuş, büyümüşüm, 18 yıl yaşamışım. Başka bir evi memleketteki evim olarak benimsemem çok zor. Zaten diyordum hep, ben gelince buraya gelir, burada kalırım babaannemle, beni görmek isterseniz siz gelirsiniz diye. Öyle de yapıyorum şu an. Annemle babam yeni eve gidemiyorlar ben burdayım diye, kıh kıh. Ama n'apiyim seviyorum ben minik eski evimi! Ve Balıkesir'e geldiğimde burada olmak istiyorum. Arka bahçemizde ceviz ağacımızın gölgesinde, pembe toplar halinde açmış ortancalarımızı ve duvarın üstünde uyuklayan pisileri izleyerek yemek yemek istiyorum. Her yıl aksatmadan ortancaların önünde aynı pozla fotoğraf çekinme ritüelimizi gerçekleştirmek istiyorum. Ve tabi bir de ön bahçedeki güllerimizin önünde, çeşmenin altında duran meşhur bakırımızı da içine alacak şekilde. Bu arada, babam anneme talip olduğunda anneme gösterdikleri babamın fotoğrafı da bizim ön bahçede çekilmiş, üstelik fotoğrafta bakır da yer almaktaymış. Taa o zamandan başlayan bir gelenek yani bu!


Eskiyi ve eskiye dair şeyleri seviyorum. Annemler geçenlerde mezuniyetim için İstanbul'a geldiklerinde onlara adayı gezdirmiştim. Oradaki evlere hayran hayran bakıp, orada yaşayanları kıskanmakla geçen gezi boyunca anneme beğendiğim evleri gösterdim. Annemin yorumuysa şu oldu: Nerde eski püskü, yıkık dökük ev varsa onu beğeniyorsun! Ama n'apiyiim onlar daha güzeel! Hatta adada yeni yapılmış, gösterişli veya apartman tarzındaki evlere de çok sinir oldum. Ada diyoruz yaa, adaaa! Ada deyince insanın aklına gelen o hoş havada o güzelim ahşap evlerin de etkisi büyükken, bir insan nasıl oraya gidip o sıradan apartmanımsı şeyleri diker! Hee, bir de bakımsızlıktan yıkılmak üzere olan ama benim bayıldığım evler var, onların da sahiplerine sinir oldum. Kardeşim, madem kullanmıyorsun o evi, memnuniyetle orada oturabileceklere -misal, ben- bağışlasana! Cık cık cık, çok düşüncesizler canııım...


Sanırım artık bu parantez kapanmalı. Başlamadan önce yazacak bir şey bulamazken, bir başlayınca da Beydeba'nın Kelile ve Dimne'sindeki iç içe hikayeler gibi kaptırıp gidiyorum. Neyse, tamam, artık yüksek müsaadelerinizle huzurunuzda bir yandan kırmızı kurdelanın iki parçasını yapıştırmak suretiyle -hep açılışlarda kesecek değiliz ya- bana bu yetkiyi vererek beni onurlandıran belediye başkanımıza teşekkür ederek parantezimizi kapatıyorum. Devlete millete hayırlı uğurlu olsun.)     


Ne diyodum ben yaa... Heh, gün. İşte gün bizdeydi ve annem misafirlerini yeni evde ağırlayacaktı. Bu yüzden salı gününden gitti eve. Evi silip süpürecek, bir de börek çörek hazırlayacaktı. Bana da tembihledi, çarşamba günü gecikmeden gel de bana yardım et diye. Bense, hı hı, tabi tabi diye geçiştirerek çarşamba akşamı gittim -Marifetmiş gibi anlatıyorum bir de, beni gidi hayırsız evlat!- Böylece en azından işkencenin ilk bölümünden kurtulmuş oldum.


Artık günler de değişmiş yahu, gün kimdeyse o yiyecek hazırlamıyor, dışarıdan yiyecek ısmarlıyorlar! Hiç oldu mu ama, gün dediğin böyle mi olur -dikkaat, bilirkişi konuşuyor!- Aaah ah, bizim zamanımızda böyle miydi, nerde o çocukluğumda götürüldüğüm günler... Ama annem yeni evinin şerefine bu defalık kendisi hazırladı, ayıptır söylemesi kısır, poğaça ve haşhaşlı tatlı yaptı. Kısırı da pek güzel yapar kendisi, ünlüdür yani kısırı, yine herkes çok beğendi tabi. Anneme bu konuda azıcık çekseydim keşke...
Neyse, kadınlar geldi, ev gezildi, beğeniler, eleştiriler, benzetmeler -kaynımda da var misali- yapıldı, yiyecekler yenildi, çaylar içildi. Tabi şanslı olan bazılarımız -bkz. nedense ben- biten çayları doldurma, misafirlerle birlikte oturma ve sorulduğunda okulum bittiğine göre artık ne iş yapacağımı açıklamakla cebelleşme -hayır, herkes üniversiteyi bitirince işe başlamak veya evlenmek zorunda değil efendim ve bilmemkimin oğlundan/kızından bana nee!- görevleri verilmişti. Sonuncu görevi başarıyla tamamladığımdan pek emin değilim gerçi. Sonra Türk kahvesi içildi. Ve iki kişi (içlerinden en genç ikisi) fincanlarını kapattılar, başka biri de onlara fal baktı. O sırada içerde olan bir teyze (biz balkondaydık), balkona gelip bunların fal baktığını görünce başladı saydırmaya. Yok efendim çok günahmış da, bunlar hurafeymiş de, dinimizce yasakmış da, ne kadar cahillermiş de, böyle şeylere inanıyorlarmış da... Halbuki kimsenin inandığı falan yok, öylesine, eğlencesine bakıp gülüşüyorlardı. Bu kadın resmen nutuk attı hepimize, aydınlattı bizi sağ olsun... Sinir oldum, bunlar da küçük çocuk değil yani, koskocaman insanlar, bırak ne istiyorlarsa yaparlar, sana ne! Ama onlar da bir şey diyemediler kadın onlardan yaşça büyük diye, tamam bakmayalım deyip topladılar fincanları. Biraz sonraysa bu kadın kızıyla yaşadığı sorunlardan bahsetmeye başladı ve anlatırken öyle okkalı bir küfür savurdu ki, öylece bakakaldık hepimiz. Herkesin yüzünde şaşkınlıkla karışık otomatik bir gülüş gezindi ama bir iki sessiz tövbe tövbeden başka sesini çıkaran olmadı. Bunun sebebi, kadının büyük bir üzüntüyle ve çok konuşanlara özgü bir dil çabukluğuyla ara vermeden anlatıyor olmasının yanı sıra,  yaşından da kaynaklanıyordu. Niye bizden büyüklere, hayır efendim haksızsın deme hakkına sahip değiliz ki, nedir bu yaşa hürmet saçmalığı! Yaa sen değil miydin demin ahkam kesen, dinin gerekleri hakkında nutuk atan... Sen daha dilini tutmayı beceremiyorsan, dilindeki kötü sözden arınamamışken, sana mı kaldı başkalarına bu konularda emredercesine akıl vermek... diyebilsem ne güzel olurdu. Ama neyse ki günden dedikodu yapmayı öğrendiğim için yüzüne söyleyemediklerimi böyle arkasından konuşuyorum işte...

16 Temmuz 2011 Cumartesi

Yalnızlık


Yalnızlık, huzur bulduğu tek yerdi. İnsanlardan kaçardı hep ve tabi sevgilerden... Bunun için kendince geçerli pek çok nedeni vardı. İnsanlar yargılardı, yanlış anlardı, kırardı. Üstelik kendisi de başlı başına bir korkaktı. Korkardı her şeyden. Kırılmaktan daha çok kırmaktan... Bunun için yaklaşmazdı insanlara. Sınırlar koyardı hep araya. Uzaktan severdi herkesi. Kurallara uymak, sınırlara sadık kalmak daha kolaydı. Böylece hem canı yanmaz, hem de can yakmazdı.Korkmadan yaptığı tek şey utanmaktı. Her zaman, her şeyden utanabilirdi. Hem de, kendi adına utandığı yetmezmiş gibi, başkalarının utançlarını üstlenmeye de gönüllüydü.
Yalnızlığının düşlerinde yalnız değildi yalnız. Daha önce yanıltıcı düşlerinin akıntısına kapılarak yalnızlığından uzaklaşmayı denemeye cesaret etmişti birkaç kez. Ama her defasında büyük bir özlemle yalnızlığına dönmüştü. Yalnızlık nasıl onun yakasını bırakmıyorsa, o da aynı şekilde yalnızlığını terk edemiyordu. Yalnızken bu durumdan ne kadar şikayet etse de, kısacık bir zaman için bile ondan ayrı kalmaya tahammül edemiyordu. Bu, gizli kalmış bir kibrin neticesi değildi. Belki de yalnızlığı basit bir alışkanlıktan ibaretti. Ama kötü alışkanlıklar da öyle kolay bırakılamıyordu işte. Çekmişti içine bir kere. Hem de en derinine. Yalnızlığın yavaş yavaş zehirlediğini, onu kendine mahkum ettiğini bile bile...   



Sevgilerde

Sevgileri yarınlara bıraktınız
Çekingen, tutuk, saygılı.
Bütün yakınlarınız
Sizi yanlış tanıdı.

Bitmeyen işler yüzünden
(Siz böyle olsun istemezdiniz)
Bir bakış bile yeterken anlatmaya her şeyi
Kalbinizi dolduran duygular
Kalbinizde kaldı.

Siz geniş zamanlar umuyordunuz
Çirkindi dar vakitlerde bir sevgiyi söylemek.
Yılların telaşlarda bu kadar çabuk
Geçeceği aklınıza gelmezdi.

Gizli bahçenizde
Açan çiçekler vardı,
Gecelerde ve yalnız.
Vermeye az buldunuz
Yahut vaktiniz olmadı.

Behçet Necatigil



20 Mayıs 2011 Cuma

Roman Nasıl Yazılır?



Eveet, sevgili var olmayan blog,
Bugün sana roman yazmanın inceliklerinden bahsedeceğim. Önce malzemeler listesi yapalım: Yaklaşık 50 adet karakter, her biri için 20 kg kişilik, 30 adet mekân, 500 kadar olay, araya göz kararı kadar sıkıştıracağımız fikirler, aldığı kadar da betimleme-bu sonuncusunun kıvamı çok önemli! Bu karışımı hazırlarken, karakterleri ve mekânları seçtiğimiz sırayla atarak zihnimizde çırpıyoruz. Bu çırpıntı kulak memesi kıvamına geldiğinde, onu gerçeklik fırınına atıyoruz. Böylece gerçeküstü olayların eriyerek kaybolmasını sağlıyoruz. Ayrıca bu sayede gerçek ve gerçeküstü arasındaki sınırda yer alan olaylarsa hâlâ yarı eriyik hâlde gerçekliğin içinde kalabiliyor. Daha sonra üzerine eser miktarda alay ekliyoruz. Çok az miktarda olması önemli zira fazla olursa kahkahaya neden olur, bizim istediğimiz ise bıyık altından muzip bir gülüş. Eveet, romanımız hazııır! Kendisini bir fincan (benim gibiler için bir kupa) kahve ile birlikte sıcacık bir sobanın yanında (aah ah, nerde o eski günler...) uzun kış gecelerinde (o da yok ki) tüketmeniz tavsiye edilir.
Hayır, cânım efendim, blog-u hayâlim, yanlış anladın sen beni. Bu bir tarif yazısı değil, sual yazısı. Diyorum ki, roman nasıl yazılır? Hakikaten çok merak ediyorum bunu. O roman nasıl kurgulanıyor? Mesela en başta yazar kafasında belirli bir outline oluşturup, ona göre mi yazıyor yoksa yazmaya başlarken kitabın nasıl biteceğini kendisi de mi bilmiyor? Ya da cümleleri kurarken kullandığı sözcükler kendi zengin kelime hazinesine mi ait yoksa bir şeyi anlatmak için kullanacağı cümleyi kurmak için sözcük araştırmasına mı giriyor her defasında? Veya önce romanı çok uzun bir süre düşünüp, kurgulayıp, sonra bir solukta mı yazıyor yoksa parça parça öyküler yazıp ardından bunları birbirine mi bağlıyor? Yahut bahsettiği mekânları gözünün önünde tümüyle canlandırıp mı yazıyor yoksa mekânın yalnızca romanında kullandığı parçalarını mı düşünüyor? O mekânları veya kişileri gerçekten görmüş mü yoksa okuduğu bir şeylerden mi toparlamış yoksa tamamen kendi mi yaratıyor? Yarattığı kişilerin yalnızca romanında bahsettiği kadar mı gerçekliği var yoksa onları romanın dışında da yaşayan kişiler olarak mı düşünüyor? Mesela sorsam yazara pat diye, şu karakterin başına şu olay gelse ne tepki verir diye, anında cevaplayabilir mi? Yani karakterin öncesini ve sonrasını düşünerek mi yazıyor yoksa karakterin hayatı romanın içinde bahsedilenden mi ibaret?
Böyle devam edip giden birçok sorum var. Biliyorum, cevaplar romanın türüne ve yazara göre değişebilir ama cevap herhangi biri de olsa, o cevabın nasıl olduğunu yine de merak ediyorum.
Merakımı azdıran şey ise şu ara Elif Şafak’ın Pinhan’ını okuyor olmam ve bu romanı kendisinin 24 yaşındayken yazmış olması! O yaşta o kelime hazinesine nasıl sahip olunabilinir? İster istemez kendimi düşünüyorum, önümde 2 yılım var, 2 yılda öğrensem öğrensem ne kadar şey öğrenebilirim... Şaşırıyorum çünkü kullandığı kelimelerin hepsine yazdığı anda hakim olması çok imkânsız geliyor. Ama işte bu yüzden çok iyi bir yazar değil mi zaten? (Ayrıca kendisinin şöyle de muhteşem bir konuşması var.)
Keşke roman yazma sürecindeki bir yazarı takip etme, gözlemleme şansım olsaydı da ilerleyişini inceleyebilseydim... Böyle bir şansım olmadığı için, belki bir gün sırf meraktan roman yazmaya başlayabilirim! Savulunn, yeni bir Aslı Erdoğan geliyoor!
Evet, bu da kafamı kurcalayan ayrı bir konu zaten. Şimdi, ünlü bir yazar olaraktan bir adet Aslı Erdoğan’ımız mevcut zaten. Fekaat, günün birinde ben de kitap yazmaya kalksam n’olacak? Kendi ismimi kullanamaz mıyım aceba? Yani bu konularda da patent falan gibi bir şey var mı ki? Sonra benim kitaplarım onunkilerle karıştırılırsa n’olucek? İnsanlar hangi kitabın hangimizin olduğunu nasıl ayırt edicekler? Hayır yani, sonra benim kitaplarım kapışılırken yanlışlıkla onunkilerden alanlar olursa, o zavallı okuyucular benim müthiş anlatımımdan yoksun kalırlar diye üzülüyorum... Ya da Nobel falan alacak olursam ödül yanlışlıkla ona gider diye...
(Bu arada, Aslı Erdoğan-ad ve soyaddaşım diye söylemiyorum ama-müthiş bir yazardır. Özellikle, Kırmızı Pelerinli Kent ve Kabuk Adam henüz okumamış olanlara şiddetle tavsiye edilir.)     
Bu kez bir kapanış paragrafı yazmasam puan kırar mısınız acaba, çünkü kalakaldım da böyle... O zaman bir çizgi film kapanışı yapalım bari: ...The end... That’s all folks!

14 Mayıs 2011 Cumartesi

Mutluluk Nedir?


Bu fotoğrafı birkaç yıl önce Bilim ve Teknik Dergisi'nin sanal sergisinden bulmuştum, o zamandan beri masaüstümde duruyor. Mutluluk deyince aklıma gelen kare bu.


Mutluluk bana oldum olası huzuru çağrıştırmıştır zaten. Bu aralar da, mutluluğun tanımı acaba 'gözlerini kapatıp birine yaslandığında duyduğun huzur' olabilir mi diye düşünmekteyim.

Not: Baharı sevmediğimi söylemiştim, bak ne yaptı bana... Kışın her şey daha kolaydı.

İkinci bir not: İtiraf ediyorum, bunu yazarken çok utandım, cesaretimden dolayı kendimi tebrik ediyorum!

8 Mayıs 2011 Pazar

Acaib-ül Mahlukat

Sevgili Bulok (Bu hitap Sandıra olanına değil, hayali olanına),
İtiraf edeyim mi, aklımda yazacak hiçbir şey yok şu an (Açılışı iğrenç bi espriyle yapmamın nedeni de  bu olsa gerek). Yalnızca içimde bir şeyler yazmalıyım hissi var. Evet, bu bir nevi sorumluluk duymaktan kaynaklanan bir his. Boş kaldığım gün hemen su yüzüne çıkıyor bu duygu, yazmazsam kendimi suçlu hissediyorum. Son iki haftada aşırı derecede yoğundum. İlk hafta bir ton sınavım vardı. İkinci hafta da bitirme tezimi yazmakla uğraştım. Yani iki haftadır deliler gibi çalışmaktaydım. Artık neredeyse omurgasız bir canlıya dönüşmüştüm , o derece yani... Dün tezimi hocaya verdikten sonra sonunda derin bir nefes alabildim. Kendimi hemen dışarı attım. Ayt ile Sarıyer sahilinde buluştuk, denize nazır sevimli bir yerde güzel bir yemek yiyip muhabbet ettik. Bana çok iyi geldi bu, gerçekten ihtiyacım vardı böyle bir telaşsızlığa. Sonrasında –tilkinin dönüp dolaşacağı yer kürkçü dükkanı misali-yine döndüm sevgili kampüsüme. O akşam da stadyumda MFÖ konseri vardı. Yurda dönerken Beleştepe’den bir göz atayım konsere dedim. Oradan izledim biraz, 3 şarkı dinledim ve konser bitti zaten.























Yaa, konserleri Beleştepe’den izlemek çok ilginç. Stadyumdaki bilmemkaç kişi o kadar küçük gözüküyorlar ki oradan... Sanki insan değiller gibi. Birtakım küçücük dipdibe dizilmiş kıpırdayıp duran böcekler sanki. Sanki sen onların yanında bir devsin. Ve onlar çok önemsiz. Çünkü küçükler. Çünkü elini uzatsan ezeceksin onları sanki ve bu da hiçbir şeyi değiştirmeyecek. Yani nasıl bir karıncayı ezdiğimizde hiçbir şey değişmiyor ya, pek bir şey hissetmiyoruz, fazla üzülmüyoruz, neticede bi karınca o! Minicik.. Onlardan milyonlarca var. Ve bizimkinin yanında hayatları çok değersiz. İşte Beleştepe’den bakınca stadyumdaki insanlar da aynen öyle gözüküyor. Bu durumda onları öldürme hakkını kendimizde görebilir miyiz? Öyle zevk için falan demiyorum tabii ki, bu durumun bana düşündürdüğü şey bilimsel deneyler ve ardından imha etme. Şöyle ki, bilim için bazı şeyleri mübah görüyoruz ya, mesela laboratuvarda deneyleri genelde bakteriler, mayalar, fareler üzerinde falan yapıyoruz. Ve bu canlıları deneysel amaçlı kullanma hakkını kendimizde görebiliyoruz, işimiz bitince de imha ediyoruz onları. Ama aynı şeyin insanlara yapılmasını korkunç buluyoruz, bunun etik değerlere uygun olmadığını söylüyoruz mesela. Ama aslında ne farkımız var ki onlardan? Onların da kendilerine ait bir yaşama hakları yok mu? İşte bence burada büyüklük kavramı önemli bir kıstas olarak karşımıza çıkıyor. Bakteriler mesela, üzerlerinde gönül rahatlığıyla deney yapılabilen canlılar. Çünkü görünmüyorlar bile, görmediğimiz bir şeyi öldürmekten dolayı suçluluk duymuyoruz biz de. Ama fare söz konusu olduğunda, durum biraz daha zorlaşır, deney yapan insanlar daha fazla etik çelişkilere gark olurlar. Çünkü elle tutulur, gözle görülür bir canlıyı kesip biçiyoruzdur bu kez. Ya da karıncalarla kıyaslayalım bir de. 20 tane karınca ölüsü görmek mi yoksa 20 tane fare ölüsü görmek mi daha çok üzer bizi? Yani biraz boyutla alakalı bir şey bu. Göz  görmeyince gönlün katlanması meselesi diyorum ben buna (mikroorganizmalar için böyle özellikle). Öte yandan boyut da çok göreceli bir kavram, tamamen nereden baktığımıza bağlı. Dedim ya, Beleştepe’den baktığımda stadyumdaki insanlar gayet küçük boyutlardaydı, neredeyse görünmezdiler. Bu durumda, bu bakış açısıyla onların yaşam haklarına müdahale etme hakkını kendimde görebilirdim gayet. Bu gerçekten çözümsüz bir konu benim için. Evet, bilimin ilerlemesi için deneyler şart. Ve ben de bakteriler, mayalar, sıçanlar gibi model organizmalar üzerinde deney yaptım ve yapacağım. Ama yine de içimde hep bir huzursuzluk olacak.
Dünyaya bakış açımız çok insan merkezli. Bense bu duruma hem hak veriyorum hem de eleştiriyorum. Bir yandan tabii ki yani insan farklıdır, en azından düşünme ve değiştirebilme kabiliyetleriyle ve duygularıyla üstündür diyorum. Öte yandan, nedir bu kendini beğenmişlik, alt tarafı biz de hayvanlar aleminin bir üyesiyiz, onlardan ayrıcalıklı değiliz diyorum (Yine çelişki, yine çelişki!..)
Ne acayip mahluklarız biz böyle!   

Selçuk Erdem'in karikatürü

23 Nisan 2011 Cumartesi

Pazarıevvel günü talebi

Bence haftasonları 3 güne çıkarılmalı. Cumartesi ve Pazar arasında bir gün eksik bence, gerçekten ama, çok ciddiyim. Adı da cumartesiertesi olamayacağına göre pazarıevvel falan olsun... Çok mantıklı değil mi? Çünkü 2 günlük bir haftasonu kimseye yetmiyor yani… Cumartesi günü zaten haftanın yorgunluğunu üzerinden atmaya çalışmakla, pazar günleri de pazartesinin geliyor olmasının telaşesi ve stresiyle geçiyor. Oysaki arada yorgunluk ve telaştan arınmış mis gibi bir günümüz olsa ne güzel olurdu… Zaten Eski Yunanda böyle bir günün varlığından söz edilir. Ama kalıntılar arasından çıkarılan tabletlerdeki haftanın günlerini gösteren çizelgenin pazarıevvel gününün üzerine çalışmaktan yorulmuş olan bir arkeolog kahve dökmüş zamanında. O zamanlar tabi teknoloji de bu kadar ileri olmadığından, İsviçreli bilim adamları için kahve lekesini çıkarmak da o kadar kolay değilmiş. Bu nedenle de arkeologlar pazarıevvel gününün adını okuyamadıkları için, amaaan canım bu gün de olmayıversin, nasıl olsa elimizde 7 gün daha var diyerek o günü yok saymışlar (Şimdi onlar da çok pişman tabi. Hatta kahveyi döken arkeologun bir gecede saçları beyazlamış ve kahrından ölmüş diyorlar, aslı var mıdır bilmem…)
Ey aktivistler, şu kendi içinde aktif olan pasifistin sesini duyun da, bir el atın bu duruma! (Bkz. kendi konformist yaklaşımını bozmadan her şeyi devletten değil ama aktivistlerden beklemek. İşleri ne canım, boşuna mı aktivist olmuşlar, yapıversinler bir şeyler…) Geçerli nedenimiz olsun diye isteğimi tarihi bilgilerle bile temellendirdim bak (kendi içimde aktif bir pasifist olduğumu söylemiştim). Ya da aktivistleri boşverelim ve tüm pasifistler olarak şimdi hep beraber evrene bu yönde bir enerji gönderelim de oluversin hadi (deneyin, %100 çalışıyor).        

17 Nisan 2011 Pazar

'Biz'


Geçenlerde kütüphaneden okuyacak bir roman ararken hadi dedim yine bir Orhan Pamuk okuyayım… Ve kütüphanede var olanların içinden Sessiz Ev’i seçtim. Ne güzel bir seçimmiş meğer!
Orhan Pamuk’un kitaplarını ilk kez geçen yıl okumaya başladım. Zira daha öncesinde kendisine karşı önyargılıydım. Lise yıllarımda var olan milliyetçi duygularımla, o zamanlar yaptığı ‘Bu topraklarda 30 bin Kürt ve 1 milyon Ermeni öldürüldü ama hiç kimse bunları konuşmaya cesaret edemiyor’ şeklindeki açıklamalarına öfke duymuştum. ‘Biz’ hiç öyle şey yapar mıydık, ‘biz’ herkese çok iyi davranan bir millettik, kimseyi katletmezdik, ‘biz’ süperdik ama işte hep o diğer milletlerin kötülükleri yüzünden ilerleyemiyorduk zaten, herkesin gözü ‘biz’deydi, çünkü jeopolitik önemimiz çok yüksekti, üç tarafımız denizlerle çevriliydi, Asya’yla Avrupa ‘biz’ olmasak nasıl birbirine bağlanırdı… Onlar bizden çok ilerdeydiler ama onlarda da insanlık yoktu, ‘biz’se çok iyi yürekli, saf bir millet olduğumuz için hep onların oyununa geliyorduk, ‘biz’i hep kandırıyorlardı. Orhan Pamuk da zaten bu açıklamalarından sonra Nobel Ödülü almıştı. Bu kadarı da tesadüf olamazdı. Şimdiye kadar o kadar Türk yazar arasından kimse almasın, sonra birden pat diye Orhan Pamuk diye biri ortaya çıkıverip alıversin… Olacak iş miydi bu! Hem ‘biz’ kimdiiik, Nobel Ödülü almak kimdi… ‘Biz’den Nobel Ödülü alan kişinin ‘biz’den olmasına imkan yoktu.
İşte bu tip düşüncelerle Orhan Pamuk okumak gelmiyordu içimden. Bir yandan merak da ediyordum aslında, adam Nobel Ödülü almış o kadar… Ama sanki onun bir kitabını okursam da kendimi vatan haini falan gibi hissedecektim. Bu nedenle uzunca bir süre okumadım kendisini.
İyi de ben bu ‘biz’i tanıyor muydum ki, ‘biz’in içinde yer alan türlü türlü insan vardı. Ya bu ‘biz’in içindeki herkes pür-i pak değil idiyse? Ki mantıken olmaması da gerekiyordu. Çünkü dünyanın her yerinden olduğu gibi Türkiye’den de her gün birçok cinayet, tecavüz, yaralama haberleri geliyordu. Peki bunları yapan kimdi? Bu suçların failleri de Türkiye’deki yabancılar mıydı yoksa? Yoo, değillerdi, onlar da ‘biz’dendi. Peki o zaman ‘biz’den birileri bireysel olarak zaman zaman kötü olabiliyordu da, ‘biz’ toplu haldeyken mi süper iyiydik, bu mümkün müydü?  
Üniversitede bu tip sorgulamalarla, gereksiz fanatik duygularımdan büyük ölçüde arınınca (en azından öyle olmuş olmasını umuyorum) artık Orhan Pamuk’a karşı önyargım da kalmamıştı. Ama bir kitabını okumaya da ancak geçen yıl fırsat bulabildim-ki bu kitap Benim Adım Kırmızı’ydı. Kitaptaki olaylar Osmanlı zamanında geçiyor, saray nakkaş ve hattatlarının Padişah’ın emriyle gizlice Frenk etkisi taşıyan resimler içeren bir kitap hazırlarken işlenen bir cinayetin sorumlusunun içlerinden hangisi olduğu bulunmaya çalışılıyor. Her bölümde olaylar farklı bir karakterin gözünden anlatılıyor, hatta cansız karakterler de kullanılıyor. Ve kitapta minyatür sanatıyla ilgili oldukça ayrıntılı bilgiler yer alıyor, doğu ve batıdaki resim anlayışındaki farklar çok güzel bir biçimde anlatılıyor. Osmanlı dönemine merak ve biraz da nedensiz bir hayranlık duyan biri olarak, Benim Adım Kırmızı’yı çok sevdim. Ve okuyunca, evet şaşırdım. Çünkü her ne kadar önyargım kalmamıştı desem de, ister istemez bilinçaltıma kodlanmış bir Avrupai Orhan Pamuk beklentisi vardı içimde. Onun Osmanlı dönemine ait bu kadar güzel bir roman yazmış olmasını, minyatürle ve Osmanlıyla ilgili bu kadar bilgili olmasını beklemiyordum. Bu nedenle çok şaşırdım, hayranlık duydum ve de tabii kendimden utandım.
Sonraki okuduğum romanı ise Kar’dı. Kar’da, uzun süre Avrupa’da yaşadıktan sonra Kars’a gelen gazeteci Ka’nın yaşadıkları anlatılıyor. Kar, Orhan Pamuk’un ilk ve sanırım tek siyasal romanı. Kitap, Siyasal İslamcılarla Kemalistlerin çatışmasını, Kars’taki hayatı, gurbetçi olduğu Frankfurt’ta kendini ezik ama Avrupa’dan gelen şair olarak kendini Kars’ta üstün hisseden Ka’nın iç çatışmalarını ve onun İpek’e olan aşkını anlatıyor. Bir de kitapta Kars’tan sürekli ‘serhat şehrimiz Kars’ diye bahsediliyor ve orada Serhat gazetesi, Serhat televizyonu gibi her şeyin adı Serhat! Ben de eylülde Kars’tayken sürekli Serhatlı bir şeylerle karşılaştım gerçekten, her şeyin adı Serhat’tı. Otobüs firması falan da vardı mesela. Kars’ta Serhat adını her görüşümde aklıma Kar romanı geldi ve içten içe de hep güldüm bu duruma, çok komik çünkü. Ama Serhat’ın sırrını hala çözmüş değilim, belki oranın en zengini, her şeyin sahibi olan bir adamın adıdır diye düşünüyorum. İnternetten de araştırdım biraz ama bir ipucu bulamadım.
Uzun bir aradan sonra geçenlerde işte Sessiz Ev’i okudum ve gerçekten bayıldım! Okuduğum en iyi kitaplar listesinde üst sıralara yerleşti hemen. Bu kitapta da yine her bölüm farklı kişilerin ağzından anlatılıyor. Üç kardeşin babaannelerine yaptıkları bir haftalık bir ziyaret anlatılıyor. Benim favori bölümlerim babaanneydi. Onun ağzından anlatılanlar o kadar güzeldi ki… Ölmüş kocası Selahattin’in ısrarla ‘Allah yok’ diyen konuşmalarını hatırladığı zamanlarda kendine ‘tövbe de Fatma’ demesi… Selahattin’in, şimdiye kadarki tüm bilgileri içeren bir ansiklopedi yazarak tek seferde doğuyla batı arasındaki farkı kapatabileceğine inanması… Selahattin’in Darwin hayranlığı sonucunda o zamanlar çıkan soyadı kanununda kendisine Darvınoğlu ismini seçmesi… Fatma’nın bu soyadından utanması… Fatma’nın yaptığı tek şeyin uyuyup, uyanıp zamanın geçmesini beklemek olması… Okurken mest oldum, bu kadar mı güzel anlatılabilir! Bence Orhan Pamuk’un yalnızca bu kitabı bile Nobel almasını sağlamış olabilir. Bir de tabi sağ-sol çatışması anlatılıyor, bununla ilgili de birçok güzel bölümler var Sessiz Ev’de.
Şu anda ise Beyaz Kale’yi okumaktayım. Bu kitapla ilgili de pek çok tartışma dönüyor, çalıntı olduğu iddiaları falan. İnternetten biraz araştırdım. Beyaz Kale’nin, Fuad Carım’ın çevirisini yaptığı Pedro'nun Zorunlu İstanbul Seyahati adlı kitaptan kaynak göstermeden alıntılar içerdiği söyleniyor. Kitapta bir İspanyol’un savaş sırasında Türklere esir düşmesinden bahsediliyormuş, Beyaz Kale’de de öyle. İnternette Orhan Pamuk’un bu kitaptan çok benzer bir biçimde kullandığı cümleler tek tek gösterilmiş. Ama bu cümleler savaş sahnesinde yaşananların anlatıldığı bölümler ve kitabın genel kurgusuyla ilgili değil anladığım kadarıyla. Orhan Pamuk da bu kitaptan esinlendiğini söylüyor zaten. Ve birçok kişi de edebiyatta metinlerarasılık ile intihal kavramlarının karıştırıldığını söylüyor. Ben de edebiyatta bu tür esinlenmelerin olabileceğini düşünüyorum. Yani akademik bir yazı olsaydı bu, o zaman her cümlenin kaynak gösterilmesi gerekirdi ama edebiyat dünyasında usul nedir bunu tam bilemiyorum. Ayrıca diğer kitabı da okumadığımdan, aradaki benzerlik derecesi nedir onu da kestiremiyorum. Kısacası kulaktan dolma bilgilerimle bu konuda kesin bir kanaate varmamalıyım diye düşünüyorum. Ama Beyaz Kale’de giriş kısmını çok sevdim ben. Çünkü giriş kısmını, Orhan Pamuk’un bir önceki kitabı Sessiz Ev’in bir karakteri olan tarihçi Faruk Darvınoğlu yazmış ve bu kitabı arşivleri karıştırırken bulduğu bir hikayeden yola çıkarak yazdığını söylüyor, kitabı da yine Sessiz Ev’in bir karakteri olan kardeşi Nilgün Darvınoğlu’na ithaf ediyor. Çok küçük bir ayrıntı da olsa, bu giriş çok hoşuma gitti.  
Velhasılı kelam, bizzat tecrübe ettiğim Orhan Pamuk örneğinde olduğu gibi, her ne kadar masumane bir sevginin doğal sonucu gibi gözükse de, aşırı ‘biz’ciliğin ‘biz’e aşırı derecede benimsetilmesi, kendimize önyargılar yaratmak gibi, en başta ‘biz’im için kötü sonuçlara yol açıyor.    

20 Mart 2011 Pazar

Antipratik insan, ben!


Ben manyak takıntıları olan biriyim. Mesela şu an Ekolojide Güncel Konular dersinde hoca bi ödev vermişti onu yapıyorum. Ödevde 5 farklı bölgeden-her bölgeden 50’şer adet olmak üzre- toplanmış örümböcek örnekleri var. Daha doğrusu bunların çizimleri. Bizim, bu çizilmiş şekilde gösterilen örümböcekleri, sanki biz kendimiz toplamışızcasına sayıp, her bölgede kaç tür var onu bulmamız gerekiyor. Her türe kendi kafamıza göre isim vericez. Sonra da sayım sonuçlarımızdan bulduklarımızla bölgelerdeki örümböcek biyoçeşitliliğini karşılaştırıcaz. Bunu da tabii bilinen çeşitli matematiksel formülleri kullanarak ve grafik çizerek yapıcaz. Her neyse, ben bu örümböcükleri sayarken her türü adlandırdım, bir de kolaylık olsun diye bu tür isimlerinin kısaltması baabında harflendirdim. İşte bu harflendirmelerim şöyle: A, B, C, Ç, D, E, F, G, Ğ, H, I, İ… şeklinde devam ediyor. Yani Ç türü, Ğ türü falan var! Şimdi ben bu ödevi hocaya vericem, Ğ türü ne diycek-komik çünkü bu. Ama aksini yapamıyorum işte, bu harfleri atlayamıyorum. Nedeni ne derseniz, önceden beri bu harflere hep haksızlık yapıldığını düşünmüşümdür. O yüzden ısrarla bunları da harflendirmelerde kullanmaya çalışıyorum, vazgeçemiyorum işte napiyim…
Benzer bir sorun rakamlarda da ortaya çıkıyor bende. Şimdi biz onluk sayı sistemini kullandığımızdan her şeyi genelde 5’e veya 10’a yuvarlıyoruz ya, işte ben ona da takıntılıyım. Sanki böyle yapmamam gerekiyormuş gibi hissediyorum. Mesela saat 11.57’yse, niye on bir elli yedi demiyoruz da yuvarlayıp on iki diyoruz… Hadi insanlara saati söylerken, ben de yuvarlayıp kullanabiliyorum ama sabah kalkmak için kurduğum alarmlara ne demeli? Onlarda yuvarlama yapmama takıntım var. Son bir iki yıldır alarmlarımı tam saatlere kurmuyorum. Mesela saat dokuz gibi kalkmak istediğimde kurduğum alarmlar şu şekilde oluyor: 08.58 - 09.03 - 09.07 - 09.14 - 09.18 - 09.21 – 09.25 – 09.31… Ama tam saatleri hiç kullanmazsam bu sefer de onları mağdur etmiş olurum diye arada onları da kullanıyorum. Hatta daha da paranoyaklaşıp, acaba her gün aynı yuvarlak olmayan sayıları mı kullanıyorum diye düşünüp, aslında ben bunları önceden hesaplayıp, her güne rastgele farklı sayılar gelecek şekilde ayarlasam da rahat etsem demişliğim de var! Neyse ki tembel bi insanım da böyle saçma sapan fikirleri hemen uygulamaya geçirmiyorum.  
Bunların dışında pek çok işimi uzatarak, yayarak, mümkünse en pratik olmayan şekilde zorlaştırarak ve beni daha çok uğraştıracak biçimde yapmayı seviyorum. Haa bi de işim bitince de bitirmiyorum öyle hemen (benden kurtulmayı kolay mı sandınız Aslı hanım!), bunun bir de doğruluğundan emin olduğum şeyleri bile ne olur ne olmaz diyerek kontrol ettiğim aşaması var!  
İşbu saçma sapan takıntıları dolayısiyle, halihazırda ziyadesiyle uyuşuk olan bu zatın uğraştığı meseleleri bitirmesi de oldukça uzun bir vakit alıyor tabii…  

8 Mart 2011 Salı

İçmeme Özgürlüğünü Serbestçe Yaşayamamak


Ön not: Bu kez zor konulara değindim. Bu yazdıklarım, başkalarıyla tartışmak için fazla kişisel olduğunu düşündüğüm için, daha önce çok fazla kişiyle paylaşmadığım şeyler. Ama bu konuda beni oldukça rahatsız eden bir baskıyı üzerimde sıkça hissettiğim için, daha anlaşılabilir olabilme umuduyla, düşündüklerimi yazma ihtiyacı hissettim. Dediğim gibi, zor konular olduğu için paragraflar arasında sıkça daldan dala atlamalar yaptım. Artık bi zahmet o kısmı da hayali okuyucularım –tabii varsalar eğer- zihinlerinde birleştiriversinler.  

Evet hayali blogcum, ben alkol kullanmayan bir kişiyim. Benim ailemde içki içen yoktur. Ve bana da bunun kötü bir şey olduğu öğretildi (hem sağlık açısından hem de tabii ki baskın olarak inanç açısından). Hatta içen insanlara karşı önyargılı olmayı, onları kötü olarak kodlamayı öğrendim.
Liseye geldiğimde artık birçok arkadaşım alkolle tanışmıştı. Bunlar yakın arkadaşlarım arasında olmadığı için bu tip ortamların içinde değildim ama kendi küçük dünyamda var olmayan, kötü dediğim bir şeyin bu kadar yakınımdaki insanlar tarafından kötü bellenmeyip tüketilmesi -çoğu ailelerinden gizliyordu tabi- bana oldukça garip gelmişti. Sanırım o zamanlar çevremdeki herkesin doğal olarak aileden gelen ve mutlak iyi sandığım aynı milli ve ahlaki görüşlere sahip olduğunu sanıyordum. ( O derece sanmışım ki, bu fiili cümlede üç kez kullanabilmişim bak! - yaa bi sus içimdeki iğrenç espri canavarı yaa, şurada ciddi bi konudan bahsediyoruz dimi yani, ayıp… Öhm! Devam edelim biz… ) İlk kez yuvadan uçarak kendi başıma ayakta durmaya çabaladığım üniversitenin ilk yılında, kendi küçük dünyamda öğrendiğim değerlerin burada tepetaklak edildiğini gördüm. Buradaki hayat, buradaki bakış açısı, yaşam tarzı bambaşkaydı. (‘Ah İstanbul, bana neler ettin!’ diyerek suçu güzelim İstanbul’a atmayacağım. Yahut şu korkunç, yozlaşmış gençlik vs. palavralarına da geçmeyeceğim, merak etmeyiniz. ) Yalnızca farklıydı diyorum! Bana göre daha iyi veya daha kötü olan yanları vardı tabii. Kendimce değerlendirdiğimde yine kendimce büyük değişimler yaşadım bu aşamada. Tabii ki bunları kabullenmek, düşüncelerimde değişiklik meydana gelmesine izin vermek kolay olmadı, hatta çoğu zaman acı vericiydi. O güne dek, birçok konuyla ilgili öğrendiğim her şeyin nasıl da tek yönlü bir bakış açısıyla bana gösterildiğini ve kendimin de bunları nasıl sorgulamadan kabullenip, mutlak doğru haline getirdiğimi üzülerek fark ettim. (Oohoo, ama şimdi aydınlandım, her şeyi aştım demiyorum tabii ki de… Daha dur, sırada kırılmayı bekleyen birçok umudum var! Ama ben bu hayal kırıklığı dönemimi en yoğun haliyle üniversitenin ilk iki yılında yaşadım diyebilirim. Sanırım bu benim geç kalmış ergenlik bunalımım sayılabilir. )  
İnanmasaydım daha kötü biri olur muydum emin değilim ama inanarak kendimce daha iyi biri (sanırım kötü olmayan biri desem daha doğru olacak) olmaya çalıştığımı biliyorum. Bu dediğimi genelleştirmiyorum, hatta tamamıyla özelleştirerek yalnızca kendi adıma konuşuyorum. İnanan herkes iyi olmaya çalışır, inançsızlardan zaten her şey beklenir gibi bir saçmalığı kesinlikle savunmuyorum. İnanan veya inanmayan herkesin iyilik veya kötülük kavramlarına olan yaklaşımının tamamen kişinin kendi ahlaki değerleriyle ilgili olduğunu düşünüyorum.
Dediğim gibi, ben inançlı biriyim. Ve kendimce inanıyorum. Bence en güzeli bu… Ama inanç konusunu başkalarıyla tartışmaktan pek hoşlanmıyorum. Ben kendi inancımı kendi bildiğimce, kendi inandığımca, kendi içimde yaşamak isteyen biriyim. Bu nedenle kimseye açıklama yapma veya kimseyle tartışma gereği de duymuyorum.  
Yakındığım konu şu ki, modern dünyada ayık olmaya yer yok! Özgürlükten, her türlü baskıya karşı olmaktan bahsedenler bile bana içki içme zorunluluğunu dayatıyorlar. Bunu tabii ki ağzıma dayayıp ‘Niçeceksin uleyn!’ şeklinde yapmıyorlar. Bu, bana açık bir biçimde gösterilen değil, alttan alttan hissettirilen bir baskı… Bu, oldukça yol kat etmiş ama henüz evrimini tamamlayamamış bir organizma (evet, bu ben oluyorum) görmüş olmanın şaşkınlığını yaşayan bakışlarla karşılaştığımda hissettiğim duygu… (Şu an için gereksiz olan bilimsel bir not: evrim sürekli bir olgudur zaten, tamamlanması söz konusu değildir. Müstakbel bir bilim insanı olarak yanlış anlaşılmalara mahal vermek istemem. Ayrıca evet, hem inançlıyım, hem evrim gerçeğini kabulleniyorum, var mı?! ) Bu, ‘Neden içmiyosun ki, bi dene bak’ diyerek ısrarlara maruz bırakıldığımda hissettiğim sıkıntı… Israrla, neden içmediğim konusunda benden tatmin edici bir yanıt beklenmekte. Oysaki ben kimseye ‘Neden içiyosun, hadi bakalım mantıklı bi biçimde açıkla da beni ikna et’ demiyorum ki…
Benim kendime bazı konularda koyduğum oldukça katı kurallarım var. Bir şeye yanlış diyorsam, onu kesinlikle, bir kez bile olsun yapmamalıyım. Çünkü ben -başka kimseye değil ama- kendime hesap verememekten çok korkuyorum.
İçmiyorum, çünkü bilincimin her daim yerinde olması benim için çok önemli! (Her zaman kendimde olmak ve hareketlerimin sorumluluğunu taşımak istiyorum.) Kafam güzel olsun da istemiyorum, yapay biçimde neşelenmek de... Alkollü içeceklerin tadının harika olduğunu da hiç zannetmiyorum (Sırf tadı müthiş diye içene pek rastlamadım, hatta çoğu zaman tadını kötü bulduğu halde zorlayarak içenlere rastlıyorum.) Sağlığa zararlı olduğu da aşikar. Belirli bir inancımın olduğunu da söyledim. Ayrıca çoğu zaman birlikte içen kişilerin (genelde erkeklerin tabii) ‘Yok efendim ben şöyle iyi içerim, böyle sünger gibi çekerim’ şeklindeki idrar müsabakalarına girişmeleri de ayrı bir itici etken (Tamam aferin ama so what yani?!).   
Bana katılmıyor, bu konuda benimle tamamen zıt görüşlerde olabilirsiniz ama bu benim için böyleyken, içmem yönündeki bu ısrarın nedeni ne? Size ne!..

(Bu arada, çok alakasız ama, parantez içindeki bir cümlede noktalama işaretinin parantez kapatıldıktan sonra konulması gerektiği öğretildi bize rapor yazarken. Ama bu bana çok saçma geliyor. Mesela  parantez içindeki cümlenin sonuna  soru işareti veya üç nokta koymak gerekiyorsa ne yapıcaz o zaman? Parantez kapatıldıktan sonra üç nokta koymak çok saçma! Hala hangisinin doğru olduğunu bilmiyorum. Gerçi burada dert yanacağıma gugıldan araştırsam şimdiye öğrenmiş olurdum ama neyse…İşte böyle tembelim! )

17 Şubat 2011 Perşembe

Şartlı Tedirginlik

Ön not: Bu öykümsüyü 8 Mart için İTÜKA olarak çıkaracağımız fanzin için yazdım. Zaten nicedir kadınların günlük hayatta sürekli içinde bulundukları tedirginlikle ilgili bir şeyler yazmak istiyordum, çok da eyi oldu çok da gözel eyi oldu, bu vesileyle yazmış ve siz hayali okuyucularımla da paylaşmış  oldum. 


Otobüse biniyorum. Neyse ki şimdilik fazla dolu değil. Nereye otursam… Önlere oturmayayım. Çünkü nasıl olsa birazdan yaşlı bir amca veya teyze binecek ve ben onlara yer vererek ayakta kalacağım. Öne oturmaktansa hiç oturmamak veya arkalara oturmak daha iyi. Otobüs boşken de ayakta durmam çok saçma. O zaman arkalara oturmam en mantıklısı.
Otobüsün koridorunda arkalara doğru ilerliyorum. Üzerimde bir miktar erkek bakışı hissederek… Şu adamın yanı boş. Yok yok şimdi oraya oturmayayım. Onun arkasında boş bir ikili koltuk var. Heh işte benim için en uygun yer orası. Cam kenarına geçip oturuyorum. Bir yandan dışarıyı, bir yandan içeriyi seyrediyorum. Her durakta yeni insanlar biniyor ve otobüs dolmaya başlıyor. Yanıma bir adam oturuyor. Benden biraz büyükçe ama genç biri. Bana doğru mu bakıyor? Yok canım, ben uyduruyorum… Artık otobüsün içini seyretmiyorum. Kafamı tamamen cama döndürüp dışarıyı seyrediyorum. Gözlerim tanıdık gelen mekanlarda geziniyor. Eski okulumun önünden geçiyoruz. Lise yıllarımı ne çok özlediğimi fark ediyorum. Eski okuluma bakıp hasret gidermek istiyorum. Ama okul diğer tarafta kalıyor. Kafamı çevirip baksam mı? Acaba yanımdaki adam hala bana bakıyor mudur? Ya o tarafa baktığımda ona baktığımı sanırsa? Yok yok, en iyisi bakmayayım. Zaten okula baksam n’olacak, eski günlere dönecek halim yok ya, boşver!
Belirli bir alana hapsettiğim, sabit görüş alanımda otobüsün ilerlemesiyle değişen görüntüleri izlerken ineceğim durağa yaklaştığımızı fark ediyorum. Kalkmak üzere hareketlenirken yanımdaki adam da ayaklanıyor. Aynı durakta ineceğiz! Hava da kararmış… Otobüsten inip hızlı adımlarla eve doğru ilerliyorum. Sanki bir ses duydum gibi. Arkamdan yürüyen biri mi var? Sokak lambasının önüme düşürdüğü gölgemi görüyorum. Başka gölge var mı diye bakıyorum, yok. Ama emin olmam için arkama bakmam lazım. Kalbim daha hızlı çarpmaya başlıyor. Hafifçe başımı çevirip, omzumun üzerinden çaktırmadan arkaya doğru bakıyorum. Oh, çok şükür, kimse yok. Sakinleşiyorum. Neyse ki eve de ulaştım. Artık kendime güvenen tavrımı takınıp eve yüzümde kocaman bir gülümsemeyle girebilir, günümün nasıl geçtiğini soran babama ‘Süper!’ yanıtını verebilirim.

24 Ocak 2011 Pazartesi

Yalnız ve Mutlu Son?


Feysbuk’ta dolanan bir video vardı. Mario her zamanki gibi prensesi kurtarıyor. Prenses Mario’ya teşekkür ediyor, (salak) Mario da –prensesi kurtardı ya onu öpmek en doğal hakkı artık!- onu öpmek istiyor. Prenses de, ne münasebet, beni kurtardın diye seni öpmek zorunda mıyım diyor. (Video burada bitse çok güzel olurmuş ama ne yazık ki devamı çok salakça, çirkinleşerek devam ediyor. Mario, prenses kendisiyle öpüşmedi diye ejderhayı çağırıyor, ejderha da prensesin kafasını koparıp yiyor. Ha-ha-haa yani, çok komikler!)
Bugün izlediğim Komedi Dükkanı bana bu video’yu hatırlattı. Komedi Dükkanı’nın bu bölümünde Tolga Çevik korsan kılığında (çakma Jack Sparrow olarak) karşımıza çıkıyor. Yönetmen ona Christoph Colomb olduğunu söylüyor ve Amerika kıtasını keşfettiriyor. Konuk oyuncu olarak da Asuman Krause vardı. O da daha önce gitmişmiş meğer Amerika kıtasına ve babasını orada bırakmışmış. Babasını kurtarabilmek için Kristof’tan yardım istiyor. Olaylar gelişiyor, sonunda babasını buluyorlar falan derken, tabi bu arada ben hep bu ikisinin ne zaman birbirlerine aşık olacağını merakla bekliyorum… Tam sonlara doğru artık herhalde aşık olmayacaklar, hayret, derken yönetmen birbirlerine aşık olmalarını söyledi. Kristof, kızı babasından istedi ve gemilerine binip gittiler, mutlu bir sonla oyun sona erdi. Muhtemelen sonsuza dek birlikte ve mutlu yaşamışlardır…


Bunu izledikten sonra işte o Mario video’su aklıma geldi. Kadınların sürekli ‘kurtarılmaya muhtaç’, ‘zavallı’ gösterilmelerini bir kenara bırakarak, niye tüm filmlerde, romanlarda, hatta çizgi filmlerde mutlu sonlar bir çift halinde bitiyor diye düşünmeye başladım. Mutlu olmanın koşulu hep biriyle birlikte olmaktan mı geçer? Sonsuza dek birlikte ve mutlu yaşamaya alternatif bir son yok mudur? Sonsuza dek yalnız ve mutlu yaşamanın imkanı yok mudur? Evet, bu sorularım bir yandan bu genel anlayışa karşı çıkış niteliğinde ama bir yandan da gerçekten merak ettiğim için soruyorum, gerçekten bu böyle mi yoksa bu da bize kodlanan geleneksel kalıplardan biri mi? Yani bir nevi, bu şekildeki algımızın genetik kalıtımın mı yoksa epigenetik kalıtımın mı bir sonucu olduğunu merak ediyorum. İnsanın kendine bir ruh eşi arama çabasının, en azından isteğinin nedeni, gerçekten buna ihtiyaç duyuyor olması mı, yoksa bu da içine doğduğumuz toplum tarafından bize öğretilen bir şey mi?
İnsanın kedileriyle birlikte yalnız ölmesi niye bir mutsuzluk tablosu olsun ki? Anlayamıyorum…



2 Ocak 2011 Pazar

Sürüne Sürüne Erkek Olmak

Pınar Selek'in son kitabı

Yine bir ev ziyareti ve yine bir blog yazısı… Nedense eve geldiğimde normalde olandan daha çok boş vaktim varmış hissiyatına kapılıyorum. Oysaki buraya geliş amacım final tatiline girmiş olmamız dolayısıyle ders çalışmak. Ama işte insan nasıl hissederse öyle davranıyor. Buradan ne kadar verimli bir hazırlık evresi geçireceğim de şimdiden ortaya çıktı sanırım. Hayııır, tembelliğin ruhumu ele geçirmesine izin vermemeliyim! Neyse… Yani ben de boş vaktim varken bir şeyler yazmalıyım artık dedim. Blogumun hayali olmasına, benim zorla okuttuğum birkaç arkadaşım dışında okuyanının olmadığını bilmeme rağmen hala niyeyse böyle bir sorumluluk hissediyorum.
Gelelim başlıktaki meseleye. Biz geçen hafta İTÜKA, yani İtü Kadının Atölyesi Kulübü, olarak bir etkinlik düzenledik. Sürüne Sürüne Erkek Olmak oyununu sergilemek üzre nü.kolektif grubunu İtü’ye davet ettik. Oyun, Pınar Selek’in aynı adlı kitabından oyunlaştırılmış. (Geçen yıl da Pınar Selek’i kitap söyleşisi için davet etmiştik). Kitapta 57 erkekle yapılan röpörtaj sonucu, onların askerlik deneyimleri bizzat kendi ağızlarından aktarılıyor. Pınar Selek de bu deneyimlerden yola çıkarak, askerliğin ‘erkekliği’ nasıl şekillendirdiğini, bir erkeğin ne gibi süreçlerden geçerek ‘erkek’ olduğunu anlatarak, erkek şiddetinin en önemli kaynaklarından birine işaret ediyor. nü.kolektif de bu çalışmayı çok güzel bir biçimde oyunlaştırmayı başarmış. Oyun şarkılı, müzikli bir askerlik komedisi. Oyuncuların performansı, vücut kullanımları da gerçekten etkileyiciydi. Oyunun ardından Pınar Selek’in dava süreciyle ilgili bir video gösterimi ve bir de söyleşi yapıldı. Etkinliğe 150 kişi katıldı. Bu bizim için oldukça iyi bir rakam zira teknik üniversiteli öğrenciler olarak sosyal konulara ne yazık ki pek ilgili değiliz. (Tabi mevzu Cem Yılmaz olduğunda işler değişebiliyor, insanlar sosyalleşebilmek için adeta birbirlerini ezebiliyor, 5’te başlayacak gösteri için 1’de kuyruğa girip, 4 saat boyunca kuyrukta bekleyebiliyor! Bu insanların vakitleri hiç mi değerli değil, gerçekten anlayamıyorum…) Bu yüzden yaptığımız pek çok etkinlikte kendimizle baş başa olduğumuz zamanlar olmuştu. Ama bu kez biz yine oldukça umutsuzken (sadece 15 bilet satılmışken), son anda bir seyirci akını oldu ve 150 gibi bir sayıya ulaşıldı. Daha da şaşırtıcı olanı, oyun ve video gösteriminden sonra ara vermemize rağmen, çoğu kişi gitmedi ve söyleşiye de kaldı! İtü’deki öğrenci profili değişiyor mu ne… (Hadi inşallah!)

nü.kolektif'in oyunundan bir kare

Şimdi ben bu askerlik meselesinin içinden çıkamıyorum. (Halbuki pek çok önemli sosyal konuyu şıp diye çözmüşlüğüm vardır. Yaparım bilirsiniz!) Askerlik şiddetin, öldürmenin, acımasızlığın öğretildiği bir yer. Ve ben şiddete karşı olduğumu söyleyebilirim. Ayrıca askerlikte mantığa ters, sırf eziyet olsun diye yaptırılan birçok şey var. Mesela-kitapta da geçiyordu-askere bir duvar ördürülüyor, bitince de, güzel, şimdi bunu yıkıp tekrar ör deniyor. Köpeğe, ağaca, taşa selam verdiriliyor (Takdir edersiniz ki, bu doğayı ve canlıları sevelim temalı bir eğitim değil, direkt bir aşağılama yöntemi). Dayaktan, sıra sopalarından bahsetmiyorum bile… Tüm bunları düşününce evet, askerlik diye bir şey olmasın, tümden ortadan kalksın diyorum. Ama diğer yandan düşününce de, o kadar tozpembe bir dünyada yaşamadığımız da bir gerçek. Hadi bakalım askerleri dağıtıyoruz, artık savaşmayan bir ülkeyiz dediğimiz anda da diğer ülkelerden bize bir asker akını (sevgilerini göstermek için gelmeyecekler tabi) olacaktır. Keşke tüm insanlar olarak aynı anda silahları bırakabilsek ve aramızdaki sınırları kaldırabilsek. Böylece sınırları koruma gibi bir kaygımız da olmazdı. Ama şu an bir ülkenin silahsızlanması, yalnızca silahlı olanların genişlemesine ve oradaki yerel halkın sömürülmesine yol açar. Bu nedenle tamamen askersizliği savunamıyorum. Ama şu anki askerlik anlayışının da çok yanlış olduğu bir gerçek.
Peki çözüm olarak neler yapılabilir diye düşündüğümde, ilk seçenek olarak, askerliğin süresinin kısaltılması, hem kadın hem de erkeklerin askerlik yapması ve bu süre boyunca da saçma sapan, gereksiz şeyler yaptırmak yerine, savunmaya, stratejilere yönelik bir eğitim verilmesi geliyor aklıma. Kadın ve erkekler eşit koşullarda ve savunma ağırlıklı bir eğitime tabi tutulabilirler. Ve tabi bunun süresi de iki ay falan gibi insanların hayatını alt üst etmeyecek bir süre olabilir. Yapılacak işler ve eğitimler de tüm bireylere eşit olarak bölüştürülebilir. (Şu anki askerlikte bir kişinin tüm askerlik hayatı patates soyarak veya garsonluk yaparak geçebiliyor. Bu kişiler acaba gerçek savaş durumunda karşı tarafla patates soyarak veya garsonluk yaparak mı çatışacaklar? Karşısındaki ona silah doğrulttuğunda, patates kabuklarını fırlatarak mı kendini savunacak veya ona, bir mermi daha almaz mıydınız mı diyecek?) Ayrıca ast-üst ilişkileri de yumuşatılarak arada daha insancıl bir diyalog geliştirilebilir. Bu demek değil ki disiplin olmasın. Disiplin demek anlayışsızlık, acımasızlık ve şiddet tabanlı cezalandırmaları kapsayan bir sistem değildir. Disiplin, düzeni sağlamak için, yapılan şeyin devamlılığının sağlanabilmesi için gerekli bir şeydir. Bunu tiyatro geçmişimden biliyorum. Bir zamanlar tiyatro kulübündeyken haftanın üç ya da dört günü çalışırdık-akşam altıdan on bire kadar falan. Ve çalışmalara kimsenin geç kalması istenmezdi. Çünkü geç kalanlar olduğunda, diğerleri başlamış oluyor ve geç katılanlar başlanan çalışmayı bir nevi baltalamış oluyor, diğerlerinin de dikkatini dağıtıp, enerjisini sömürüyor. Aynı şekilde çalışmaya katılmamak da grup olarak kabul ettiğimiz bir şey değildi, gelmeyenlerden hesap sorardık. Ki zaten kimse gelmemeyi istemezdi de çünkü bir çalışmayı bile kaçırmak çok şey kaçırmak demekti. Grup bir adım bile ilerlese siz geride kalmış olurdunuz. Eşitlenebilmek için hem sizin çok çaba harcamanız, hem de grubun sizi beklemesi gerekirdi ki bu da zaman ve enerji kaybı demekti. Yani, tiyatro çalışmalarımızda disiplin olurdu. Ama bu gelmeyenlerin süründürülmesi anlamına gelmiyordu. Diyeceğim o ki, disiplin için illa ki alt-üst sınıflandırmalarına ve bunlar arasında şiddetli bir çatışmaya gerek yok. Sıkı kurallar evet, gerekebilir, ama şiddet hiçbir zaman gerekli değildir. Şimdi böyle bir modelde kadınların da askere alınması söz konusu oluyor. Bazıları diyebilir ki, haydaaa biz erkekler de yapmasın askerlik derken sen kadınları da bulaştırıyorsun. Olabilir, haklıdırlar ama askerliğin olmaması gibi bir durumu şu anki şartlarda eledikten sonra eşitlikçi bir çözüm yapmak için elbette ki kadınların da dahil edilmesi gerekiyor bence. Ama kadınlara verilen görevler de yine cinsiyetçi iş bölümüne dayalı olarak paylaştırılan görevler olmamalı. (Yani patates soyma görevi tamamen onlara devredilmemeli!) Tüm her şeyi dönüşümlü olarak herkes yapmalı, öğrenmeli. Hem bu sayede erkekler de kadınlara atfedilen, kadınların kadın olmalarından dolayı sahip oldukları özel bir yeteneklerinin var olduğu kanısı nedeniyle onların üzerine yıkılan görevleri de, kadınlar orada oldukları halde kendileri yaptıklarında belki bunun X kromozomu üzerinden genetik olarak taşınan ve yalnızca kadınlarda bulunan bir özellikten ötürü olmadığını anlayabilirler. (Şu anda da askerde kadınlara atfedilen görevleri erkekler yapıyor ama eminim bunu orada kadınlar olmadığı için yaptıklarını düşünüyorlardır. Kadınlar varken ortak bir paylaşımla her tür işin ortak yapılması çok daha uyandırıcı bir etki yaratabilir-hem erkekler hem de kadınlar üzerinde. Çünkü her ne kadar toplumsal cinsiyet konusunda kadınlar erkeklere göre, baskı odağı olmalarından kaynaklı daha yüksek bir farkındalığa sahip olsalar da, yine de bunu doğal nedenlerle ortaya çıkan bir durum olarak görüp kabullenen kadınlar da mevcut).


Diğer bir seçenek olarak, askerliğin meslekleştirilmesi düşünülebilir. Bu durumda, herkes için zorunluluk ortadan kalkmış olur ve yalnızca isteyenler asker olur. Yani polis teşkilatında olduğu gibi. Ama tabi bu forma şu anki kuralların ve yöntemlerin korunarak geçmesi yine bir sorun yaratır, yalnızca, tüm erkekler yerine bir grup insanın şiddete maruz kalması ve şiddeti öğrenmesi söz konusu olur, sorun çözülmüş olmaz, kişi sayısı azaltılmış olur. O nedenle askerliğin meslekleştirilmesi sırasında da daha önce bahsettiğim, ve benzeri iyileştirmeler yapılmalı. Ama eğer askerliğin amacının herhangi bir tehditte ülke insanları olarak tümden direnebilmek olduğunu düşünürsek, askerliğin meslekleştirilmesi bu açıdan iyi bir çözüm olmaz. Bu yüzden ilk seçenek daha akla yatkın görünüyor bana.
Şimdi ben böyle atıp tutuyorum burada, yok efendim şöyle olsun böyle olsun diye ama bireysel olarak kendimi bu işin içinde düşündüğümde yine de orada var olmayı istemiyorum. Çünkü ne kadar iyileştirmeler yapılırsa yapılsın, içerisinde illa ki bir şiddeti taşıması kaçınılmazmış gibi geliyor. Bu durumda yapılan iyileştirmeler yalnızca kötünün iyisi düzeyinde kalıyor. Kimseyi-ne kadar zor durumda kalırsam kalayım-öldüremezmişim gibi geliyor. Hatta biri beni öldürmeye çalışsa ve, ya onun beni öldüreceği ya da benim onu öldüreceğim gibi yalnızca iki olası durum söz konusu olsa, öldürmektense öldürülmeyi seçerim gibi geliyor. (Gibi geliyor diyorum çünkü o koşullar altında insan yalnızca ne olursa olsun hayatta kalabilmeyi düşünüyor, sonrasında yaşayacağı travmayı ve kendiyle yapa(maya)cağı hesaplaşmayı düşünemiyor da olabilir. Yani olay vuku bulmadan hiçbir şeyin kesinliği söz konusu değil. Umarım bu sorunun yanıtını kesin olarak öğrenmek zorunda kalmam hiçbir zaman!)
Sonuç olarak yine bir konuyu-Sokrates gibi-sorgulamış ama bir çözüme ulaşamamış oluyorum. Ve bu durumda, ‘Yok yok, benden adam olmaz’ diyerek yazıya cuk oturan cinsiyetçi bir atasözüyle yazımı sonlandırmak istiyorum.