23 Nisan 2011 Cumartesi

Pazarıevvel günü talebi

Bence haftasonları 3 güne çıkarılmalı. Cumartesi ve Pazar arasında bir gün eksik bence, gerçekten ama, çok ciddiyim. Adı da cumartesiertesi olamayacağına göre pazarıevvel falan olsun... Çok mantıklı değil mi? Çünkü 2 günlük bir haftasonu kimseye yetmiyor yani… Cumartesi günü zaten haftanın yorgunluğunu üzerinden atmaya çalışmakla, pazar günleri de pazartesinin geliyor olmasının telaşesi ve stresiyle geçiyor. Oysaki arada yorgunluk ve telaştan arınmış mis gibi bir günümüz olsa ne güzel olurdu… Zaten Eski Yunanda böyle bir günün varlığından söz edilir. Ama kalıntılar arasından çıkarılan tabletlerdeki haftanın günlerini gösteren çizelgenin pazarıevvel gününün üzerine çalışmaktan yorulmuş olan bir arkeolog kahve dökmüş zamanında. O zamanlar tabi teknoloji de bu kadar ileri olmadığından, İsviçreli bilim adamları için kahve lekesini çıkarmak da o kadar kolay değilmiş. Bu nedenle de arkeologlar pazarıevvel gününün adını okuyamadıkları için, amaaan canım bu gün de olmayıversin, nasıl olsa elimizde 7 gün daha var diyerek o günü yok saymışlar (Şimdi onlar da çok pişman tabi. Hatta kahveyi döken arkeologun bir gecede saçları beyazlamış ve kahrından ölmüş diyorlar, aslı var mıdır bilmem…)
Ey aktivistler, şu kendi içinde aktif olan pasifistin sesini duyun da, bir el atın bu duruma! (Bkz. kendi konformist yaklaşımını bozmadan her şeyi devletten değil ama aktivistlerden beklemek. İşleri ne canım, boşuna mı aktivist olmuşlar, yapıversinler bir şeyler…) Geçerli nedenimiz olsun diye isteğimi tarihi bilgilerle bile temellendirdim bak (kendi içimde aktif bir pasifist olduğumu söylemiştim). Ya da aktivistleri boşverelim ve tüm pasifistler olarak şimdi hep beraber evrene bu yönde bir enerji gönderelim de oluversin hadi (deneyin, %100 çalışıyor).        

17 Nisan 2011 Pazar

'Biz'


Geçenlerde kütüphaneden okuyacak bir roman ararken hadi dedim yine bir Orhan Pamuk okuyayım… Ve kütüphanede var olanların içinden Sessiz Ev’i seçtim. Ne güzel bir seçimmiş meğer!
Orhan Pamuk’un kitaplarını ilk kez geçen yıl okumaya başladım. Zira daha öncesinde kendisine karşı önyargılıydım. Lise yıllarımda var olan milliyetçi duygularımla, o zamanlar yaptığı ‘Bu topraklarda 30 bin Kürt ve 1 milyon Ermeni öldürüldü ama hiç kimse bunları konuşmaya cesaret edemiyor’ şeklindeki açıklamalarına öfke duymuştum. ‘Biz’ hiç öyle şey yapar mıydık, ‘biz’ herkese çok iyi davranan bir millettik, kimseyi katletmezdik, ‘biz’ süperdik ama işte hep o diğer milletlerin kötülükleri yüzünden ilerleyemiyorduk zaten, herkesin gözü ‘biz’deydi, çünkü jeopolitik önemimiz çok yüksekti, üç tarafımız denizlerle çevriliydi, Asya’yla Avrupa ‘biz’ olmasak nasıl birbirine bağlanırdı… Onlar bizden çok ilerdeydiler ama onlarda da insanlık yoktu, ‘biz’se çok iyi yürekli, saf bir millet olduğumuz için hep onların oyununa geliyorduk, ‘biz’i hep kandırıyorlardı. Orhan Pamuk da zaten bu açıklamalarından sonra Nobel Ödülü almıştı. Bu kadarı da tesadüf olamazdı. Şimdiye kadar o kadar Türk yazar arasından kimse almasın, sonra birden pat diye Orhan Pamuk diye biri ortaya çıkıverip alıversin… Olacak iş miydi bu! Hem ‘biz’ kimdiiik, Nobel Ödülü almak kimdi… ‘Biz’den Nobel Ödülü alan kişinin ‘biz’den olmasına imkan yoktu.
İşte bu tip düşüncelerle Orhan Pamuk okumak gelmiyordu içimden. Bir yandan merak da ediyordum aslında, adam Nobel Ödülü almış o kadar… Ama sanki onun bir kitabını okursam da kendimi vatan haini falan gibi hissedecektim. Bu nedenle uzunca bir süre okumadım kendisini.
İyi de ben bu ‘biz’i tanıyor muydum ki, ‘biz’in içinde yer alan türlü türlü insan vardı. Ya bu ‘biz’in içindeki herkes pür-i pak değil idiyse? Ki mantıken olmaması da gerekiyordu. Çünkü dünyanın her yerinden olduğu gibi Türkiye’den de her gün birçok cinayet, tecavüz, yaralama haberleri geliyordu. Peki bunları yapan kimdi? Bu suçların failleri de Türkiye’deki yabancılar mıydı yoksa? Yoo, değillerdi, onlar da ‘biz’dendi. Peki o zaman ‘biz’den birileri bireysel olarak zaman zaman kötü olabiliyordu da, ‘biz’ toplu haldeyken mi süper iyiydik, bu mümkün müydü?  
Üniversitede bu tip sorgulamalarla, gereksiz fanatik duygularımdan büyük ölçüde arınınca (en azından öyle olmuş olmasını umuyorum) artık Orhan Pamuk’a karşı önyargım da kalmamıştı. Ama bir kitabını okumaya da ancak geçen yıl fırsat bulabildim-ki bu kitap Benim Adım Kırmızı’ydı. Kitaptaki olaylar Osmanlı zamanında geçiyor, saray nakkaş ve hattatlarının Padişah’ın emriyle gizlice Frenk etkisi taşıyan resimler içeren bir kitap hazırlarken işlenen bir cinayetin sorumlusunun içlerinden hangisi olduğu bulunmaya çalışılıyor. Her bölümde olaylar farklı bir karakterin gözünden anlatılıyor, hatta cansız karakterler de kullanılıyor. Ve kitapta minyatür sanatıyla ilgili oldukça ayrıntılı bilgiler yer alıyor, doğu ve batıdaki resim anlayışındaki farklar çok güzel bir biçimde anlatılıyor. Osmanlı dönemine merak ve biraz da nedensiz bir hayranlık duyan biri olarak, Benim Adım Kırmızı’yı çok sevdim. Ve okuyunca, evet şaşırdım. Çünkü her ne kadar önyargım kalmamıştı desem de, ister istemez bilinçaltıma kodlanmış bir Avrupai Orhan Pamuk beklentisi vardı içimde. Onun Osmanlı dönemine ait bu kadar güzel bir roman yazmış olmasını, minyatürle ve Osmanlıyla ilgili bu kadar bilgili olmasını beklemiyordum. Bu nedenle çok şaşırdım, hayranlık duydum ve de tabii kendimden utandım.
Sonraki okuduğum romanı ise Kar’dı. Kar’da, uzun süre Avrupa’da yaşadıktan sonra Kars’a gelen gazeteci Ka’nın yaşadıkları anlatılıyor. Kar, Orhan Pamuk’un ilk ve sanırım tek siyasal romanı. Kitap, Siyasal İslamcılarla Kemalistlerin çatışmasını, Kars’taki hayatı, gurbetçi olduğu Frankfurt’ta kendini ezik ama Avrupa’dan gelen şair olarak kendini Kars’ta üstün hisseden Ka’nın iç çatışmalarını ve onun İpek’e olan aşkını anlatıyor. Bir de kitapta Kars’tan sürekli ‘serhat şehrimiz Kars’ diye bahsediliyor ve orada Serhat gazetesi, Serhat televizyonu gibi her şeyin adı Serhat! Ben de eylülde Kars’tayken sürekli Serhatlı bir şeylerle karşılaştım gerçekten, her şeyin adı Serhat’tı. Otobüs firması falan da vardı mesela. Kars’ta Serhat adını her görüşümde aklıma Kar romanı geldi ve içten içe de hep güldüm bu duruma, çok komik çünkü. Ama Serhat’ın sırrını hala çözmüş değilim, belki oranın en zengini, her şeyin sahibi olan bir adamın adıdır diye düşünüyorum. İnternetten de araştırdım biraz ama bir ipucu bulamadım.
Uzun bir aradan sonra geçenlerde işte Sessiz Ev’i okudum ve gerçekten bayıldım! Okuduğum en iyi kitaplar listesinde üst sıralara yerleşti hemen. Bu kitapta da yine her bölüm farklı kişilerin ağzından anlatılıyor. Üç kardeşin babaannelerine yaptıkları bir haftalık bir ziyaret anlatılıyor. Benim favori bölümlerim babaanneydi. Onun ağzından anlatılanlar o kadar güzeldi ki… Ölmüş kocası Selahattin’in ısrarla ‘Allah yok’ diyen konuşmalarını hatırladığı zamanlarda kendine ‘tövbe de Fatma’ demesi… Selahattin’in, şimdiye kadarki tüm bilgileri içeren bir ansiklopedi yazarak tek seferde doğuyla batı arasındaki farkı kapatabileceğine inanması… Selahattin’in Darwin hayranlığı sonucunda o zamanlar çıkan soyadı kanununda kendisine Darvınoğlu ismini seçmesi… Fatma’nın bu soyadından utanması… Fatma’nın yaptığı tek şeyin uyuyup, uyanıp zamanın geçmesini beklemek olması… Okurken mest oldum, bu kadar mı güzel anlatılabilir! Bence Orhan Pamuk’un yalnızca bu kitabı bile Nobel almasını sağlamış olabilir. Bir de tabi sağ-sol çatışması anlatılıyor, bununla ilgili de birçok güzel bölümler var Sessiz Ev’de.
Şu anda ise Beyaz Kale’yi okumaktayım. Bu kitapla ilgili de pek çok tartışma dönüyor, çalıntı olduğu iddiaları falan. İnternetten biraz araştırdım. Beyaz Kale’nin, Fuad Carım’ın çevirisini yaptığı Pedro'nun Zorunlu İstanbul Seyahati adlı kitaptan kaynak göstermeden alıntılar içerdiği söyleniyor. Kitapta bir İspanyol’un savaş sırasında Türklere esir düşmesinden bahsediliyormuş, Beyaz Kale’de de öyle. İnternette Orhan Pamuk’un bu kitaptan çok benzer bir biçimde kullandığı cümleler tek tek gösterilmiş. Ama bu cümleler savaş sahnesinde yaşananların anlatıldığı bölümler ve kitabın genel kurgusuyla ilgili değil anladığım kadarıyla. Orhan Pamuk da bu kitaptan esinlendiğini söylüyor zaten. Ve birçok kişi de edebiyatta metinlerarasılık ile intihal kavramlarının karıştırıldığını söylüyor. Ben de edebiyatta bu tür esinlenmelerin olabileceğini düşünüyorum. Yani akademik bir yazı olsaydı bu, o zaman her cümlenin kaynak gösterilmesi gerekirdi ama edebiyat dünyasında usul nedir bunu tam bilemiyorum. Ayrıca diğer kitabı da okumadığımdan, aradaki benzerlik derecesi nedir onu da kestiremiyorum. Kısacası kulaktan dolma bilgilerimle bu konuda kesin bir kanaate varmamalıyım diye düşünüyorum. Ama Beyaz Kale’de giriş kısmını çok sevdim ben. Çünkü giriş kısmını, Orhan Pamuk’un bir önceki kitabı Sessiz Ev’in bir karakteri olan tarihçi Faruk Darvınoğlu yazmış ve bu kitabı arşivleri karıştırırken bulduğu bir hikayeden yola çıkarak yazdığını söylüyor, kitabı da yine Sessiz Ev’in bir karakteri olan kardeşi Nilgün Darvınoğlu’na ithaf ediyor. Çok küçük bir ayrıntı da olsa, bu giriş çok hoşuma gitti.  
Velhasılı kelam, bizzat tecrübe ettiğim Orhan Pamuk örneğinde olduğu gibi, her ne kadar masumane bir sevginin doğal sonucu gibi gözükse de, aşırı ‘biz’ciliğin ‘biz’e aşırı derecede benimsetilmesi, kendimize önyargılar yaratmak gibi, en başta ‘biz’im için kötü sonuçlara yol açıyor.