20 Mayıs 2011 Cuma

Roman Nasıl Yazılır?



Eveet, sevgili var olmayan blog,
Bugün sana roman yazmanın inceliklerinden bahsedeceğim. Önce malzemeler listesi yapalım: Yaklaşık 50 adet karakter, her biri için 20 kg kişilik, 30 adet mekân, 500 kadar olay, araya göz kararı kadar sıkıştıracağımız fikirler, aldığı kadar da betimleme-bu sonuncusunun kıvamı çok önemli! Bu karışımı hazırlarken, karakterleri ve mekânları seçtiğimiz sırayla atarak zihnimizde çırpıyoruz. Bu çırpıntı kulak memesi kıvamına geldiğinde, onu gerçeklik fırınına atıyoruz. Böylece gerçeküstü olayların eriyerek kaybolmasını sağlıyoruz. Ayrıca bu sayede gerçek ve gerçeküstü arasındaki sınırda yer alan olaylarsa hâlâ yarı eriyik hâlde gerçekliğin içinde kalabiliyor. Daha sonra üzerine eser miktarda alay ekliyoruz. Çok az miktarda olması önemli zira fazla olursa kahkahaya neden olur, bizim istediğimiz ise bıyık altından muzip bir gülüş. Eveet, romanımız hazııır! Kendisini bir fincan (benim gibiler için bir kupa) kahve ile birlikte sıcacık bir sobanın yanında (aah ah, nerde o eski günler...) uzun kış gecelerinde (o da yok ki) tüketmeniz tavsiye edilir.
Hayır, cânım efendim, blog-u hayâlim, yanlış anladın sen beni. Bu bir tarif yazısı değil, sual yazısı. Diyorum ki, roman nasıl yazılır? Hakikaten çok merak ediyorum bunu. O roman nasıl kurgulanıyor? Mesela en başta yazar kafasında belirli bir outline oluşturup, ona göre mi yazıyor yoksa yazmaya başlarken kitabın nasıl biteceğini kendisi de mi bilmiyor? Ya da cümleleri kurarken kullandığı sözcükler kendi zengin kelime hazinesine mi ait yoksa bir şeyi anlatmak için kullanacağı cümleyi kurmak için sözcük araştırmasına mı giriyor her defasında? Veya önce romanı çok uzun bir süre düşünüp, kurgulayıp, sonra bir solukta mı yazıyor yoksa parça parça öyküler yazıp ardından bunları birbirine mi bağlıyor? Yahut bahsettiği mekânları gözünün önünde tümüyle canlandırıp mı yazıyor yoksa mekânın yalnızca romanında kullandığı parçalarını mı düşünüyor? O mekânları veya kişileri gerçekten görmüş mü yoksa okuduğu bir şeylerden mi toparlamış yoksa tamamen kendi mi yaratıyor? Yarattığı kişilerin yalnızca romanında bahsettiği kadar mı gerçekliği var yoksa onları romanın dışında da yaşayan kişiler olarak mı düşünüyor? Mesela sorsam yazara pat diye, şu karakterin başına şu olay gelse ne tepki verir diye, anında cevaplayabilir mi? Yani karakterin öncesini ve sonrasını düşünerek mi yazıyor yoksa karakterin hayatı romanın içinde bahsedilenden mi ibaret?
Böyle devam edip giden birçok sorum var. Biliyorum, cevaplar romanın türüne ve yazara göre değişebilir ama cevap herhangi biri de olsa, o cevabın nasıl olduğunu yine de merak ediyorum.
Merakımı azdıran şey ise şu ara Elif Şafak’ın Pinhan’ını okuyor olmam ve bu romanı kendisinin 24 yaşındayken yazmış olması! O yaşta o kelime hazinesine nasıl sahip olunabilinir? İster istemez kendimi düşünüyorum, önümde 2 yılım var, 2 yılda öğrensem öğrensem ne kadar şey öğrenebilirim... Şaşırıyorum çünkü kullandığı kelimelerin hepsine yazdığı anda hakim olması çok imkânsız geliyor. Ama işte bu yüzden çok iyi bir yazar değil mi zaten? (Ayrıca kendisinin şöyle de muhteşem bir konuşması var.)
Keşke roman yazma sürecindeki bir yazarı takip etme, gözlemleme şansım olsaydı da ilerleyişini inceleyebilseydim... Böyle bir şansım olmadığı için, belki bir gün sırf meraktan roman yazmaya başlayabilirim! Savulunn, yeni bir Aslı Erdoğan geliyoor!
Evet, bu da kafamı kurcalayan ayrı bir konu zaten. Şimdi, ünlü bir yazar olaraktan bir adet Aslı Erdoğan’ımız mevcut zaten. Fekaat, günün birinde ben de kitap yazmaya kalksam n’olacak? Kendi ismimi kullanamaz mıyım aceba? Yani bu konularda da patent falan gibi bir şey var mı ki? Sonra benim kitaplarım onunkilerle karıştırılırsa n’olucek? İnsanlar hangi kitabın hangimizin olduğunu nasıl ayırt edicekler? Hayır yani, sonra benim kitaplarım kapışılırken yanlışlıkla onunkilerden alanlar olursa, o zavallı okuyucular benim müthiş anlatımımdan yoksun kalırlar diye üzülüyorum... Ya da Nobel falan alacak olursam ödül yanlışlıkla ona gider diye...
(Bu arada, Aslı Erdoğan-ad ve soyaddaşım diye söylemiyorum ama-müthiş bir yazardır. Özellikle, Kırmızı Pelerinli Kent ve Kabuk Adam henüz okumamış olanlara şiddetle tavsiye edilir.)     
Bu kez bir kapanış paragrafı yazmasam puan kırar mısınız acaba, çünkü kalakaldım da böyle... O zaman bir çizgi film kapanışı yapalım bari: ...The end... That’s all folks!

14 Mayıs 2011 Cumartesi

Mutluluk Nedir?


Bu fotoğrafı birkaç yıl önce Bilim ve Teknik Dergisi'nin sanal sergisinden bulmuştum, o zamandan beri masaüstümde duruyor. Mutluluk deyince aklıma gelen kare bu.


Mutluluk bana oldum olası huzuru çağrıştırmıştır zaten. Bu aralar da, mutluluğun tanımı acaba 'gözlerini kapatıp birine yaslandığında duyduğun huzur' olabilir mi diye düşünmekteyim.

Not: Baharı sevmediğimi söylemiştim, bak ne yaptı bana... Kışın her şey daha kolaydı.

İkinci bir not: İtiraf ediyorum, bunu yazarken çok utandım, cesaretimden dolayı kendimi tebrik ediyorum!

8 Mayıs 2011 Pazar

Acaib-ül Mahlukat

Sevgili Bulok (Bu hitap Sandıra olanına değil, hayali olanına),
İtiraf edeyim mi, aklımda yazacak hiçbir şey yok şu an (Açılışı iğrenç bi espriyle yapmamın nedeni de  bu olsa gerek). Yalnızca içimde bir şeyler yazmalıyım hissi var. Evet, bu bir nevi sorumluluk duymaktan kaynaklanan bir his. Boş kaldığım gün hemen su yüzüne çıkıyor bu duygu, yazmazsam kendimi suçlu hissediyorum. Son iki haftada aşırı derecede yoğundum. İlk hafta bir ton sınavım vardı. İkinci hafta da bitirme tezimi yazmakla uğraştım. Yani iki haftadır deliler gibi çalışmaktaydım. Artık neredeyse omurgasız bir canlıya dönüşmüştüm , o derece yani... Dün tezimi hocaya verdikten sonra sonunda derin bir nefes alabildim. Kendimi hemen dışarı attım. Ayt ile Sarıyer sahilinde buluştuk, denize nazır sevimli bir yerde güzel bir yemek yiyip muhabbet ettik. Bana çok iyi geldi bu, gerçekten ihtiyacım vardı böyle bir telaşsızlığa. Sonrasında –tilkinin dönüp dolaşacağı yer kürkçü dükkanı misali-yine döndüm sevgili kampüsüme. O akşam da stadyumda MFÖ konseri vardı. Yurda dönerken Beleştepe’den bir göz atayım konsere dedim. Oradan izledim biraz, 3 şarkı dinledim ve konser bitti zaten.























Yaa, konserleri Beleştepe’den izlemek çok ilginç. Stadyumdaki bilmemkaç kişi o kadar küçük gözüküyorlar ki oradan... Sanki insan değiller gibi. Birtakım küçücük dipdibe dizilmiş kıpırdayıp duran böcekler sanki. Sanki sen onların yanında bir devsin. Ve onlar çok önemsiz. Çünkü küçükler. Çünkü elini uzatsan ezeceksin onları sanki ve bu da hiçbir şeyi değiştirmeyecek. Yani nasıl bir karıncayı ezdiğimizde hiçbir şey değişmiyor ya, pek bir şey hissetmiyoruz, fazla üzülmüyoruz, neticede bi karınca o! Minicik.. Onlardan milyonlarca var. Ve bizimkinin yanında hayatları çok değersiz. İşte Beleştepe’den bakınca stadyumdaki insanlar da aynen öyle gözüküyor. Bu durumda onları öldürme hakkını kendimizde görebilir miyiz? Öyle zevk için falan demiyorum tabii ki, bu durumun bana düşündürdüğü şey bilimsel deneyler ve ardından imha etme. Şöyle ki, bilim için bazı şeyleri mübah görüyoruz ya, mesela laboratuvarda deneyleri genelde bakteriler, mayalar, fareler üzerinde falan yapıyoruz. Ve bu canlıları deneysel amaçlı kullanma hakkını kendimizde görebiliyoruz, işimiz bitince de imha ediyoruz onları. Ama aynı şeyin insanlara yapılmasını korkunç buluyoruz, bunun etik değerlere uygun olmadığını söylüyoruz mesela. Ama aslında ne farkımız var ki onlardan? Onların da kendilerine ait bir yaşama hakları yok mu? İşte bence burada büyüklük kavramı önemli bir kıstas olarak karşımıza çıkıyor. Bakteriler mesela, üzerlerinde gönül rahatlığıyla deney yapılabilen canlılar. Çünkü görünmüyorlar bile, görmediğimiz bir şeyi öldürmekten dolayı suçluluk duymuyoruz biz de. Ama fare söz konusu olduğunda, durum biraz daha zorlaşır, deney yapan insanlar daha fazla etik çelişkilere gark olurlar. Çünkü elle tutulur, gözle görülür bir canlıyı kesip biçiyoruzdur bu kez. Ya da karıncalarla kıyaslayalım bir de. 20 tane karınca ölüsü görmek mi yoksa 20 tane fare ölüsü görmek mi daha çok üzer bizi? Yani biraz boyutla alakalı bir şey bu. Göz  görmeyince gönlün katlanması meselesi diyorum ben buna (mikroorganizmalar için böyle özellikle). Öte yandan boyut da çok göreceli bir kavram, tamamen nereden baktığımıza bağlı. Dedim ya, Beleştepe’den baktığımda stadyumdaki insanlar gayet küçük boyutlardaydı, neredeyse görünmezdiler. Bu durumda, bu bakış açısıyla onların yaşam haklarına müdahale etme hakkını kendimde görebilirdim gayet. Bu gerçekten çözümsüz bir konu benim için. Evet, bilimin ilerlemesi için deneyler şart. Ve ben de bakteriler, mayalar, sıçanlar gibi model organizmalar üzerinde deney yaptım ve yapacağım. Ama yine de içimde hep bir huzursuzluk olacak.
Dünyaya bakış açımız çok insan merkezli. Bense bu duruma hem hak veriyorum hem de eleştiriyorum. Bir yandan tabii ki yani insan farklıdır, en azından düşünme ve değiştirebilme kabiliyetleriyle ve duygularıyla üstündür diyorum. Öte yandan, nedir bu kendini beğenmişlik, alt tarafı biz de hayvanlar aleminin bir üyesiyiz, onlardan ayrıcalıklı değiliz diyorum (Yine çelişki, yine çelişki!..)
Ne acayip mahluklarız biz böyle!   

Selçuk Erdem'in karikatürü