28 Nisan 2013 Pazar

Büyüklere Yasaklar



Artık oyun oynamıyor olmamız çok saçma değil mi? Niye bizden büyük, durgun, olgun, sıkıcı davranmamız bekleniyor? Ne değişti ki, çocukluğumuzla yetişkinliğimizin farkı ne? Neden kendimizi artık sokaklara vurup akşam ezanı okunana kadar deliler gibi koşup oyun oynamıyoruz? Niye artık iki dakka koşunca hemen yorulup yorgunluğumuza teslim oluyoruz? (Çocukken sonuna dek direnmez miydik, hatırlayın!) Neden artık arkadaşımızın evine çat kapı gidip onu oyuna sürüklemiyoruz? Niye her gördüğümüz ağacın tepesine çıkıp meyvelerine dalmıyoruz? Sanki yetişkinliğe geçişte toplumca gizli bir antlaşma imzalıyor gibiyiz. Artık koşup oynanmayacak, yaramazlık yapılmayacak, ciddi suratlar takınılacak, sıkıcı ve döngüsel bir hayat yaşanılacak…

Çok özledim çamurla oynamayı. Niye artık oynamıyoruz? Neler neler yapardık çamurdan. Sonra da yaptıklarımızı kurutup onlarla oyun oynardık. Üstümüz başımız kirlenecek diye dert etmezdik hiç. Gözümüze kestirdiğimiz herhangi bir yere oturuverirdik umursamadan. Suyu toprağa döker, başlardık yoğurmaya, şekil vermeye. Çamurdan yaptığımız şey bir yemekse mesela, onun üzerini süsleyecek baharatımız da kiremit tozu olurdu. Tabii kiremit tozu yapmak için de emek harcamak gerekirdi. Kiremitleri taşa olanca gücümüzle sürterdik. Asma yapraklarının içine çamur doldurup sararak sarma yapardık. Bahar gelince komşu bahçedeki erik ağacının tepesiydi bizim mekanımız. O yeşil erik de öyle bir ekşi ve güzeldi ki… Evden biraz tuz getirip bana bana yerdik. Bir de vişne ağacı vardı yan bahçede. Vişneleri de iki bisküvi arasına koyarak bir nevi tatlı yaparak yerdik. Arada sırada annelerimizden piknik yapıcaz biz deyip yağlı ekmek isterdik. Ekmeklerimizi alıp yan bahçede çimenlerin üzerinde yiyip mutlu olurduk. Evcilik, yakalamaç, ortada sıçan, istop, saklambaç, uzay, seksek, 9 kiremit, 9 aylık… Oyunlardan biri biter biri başlardı. Susayınca suyu bizim bahçedeki çeşmeden içerdik.


Büyüdükçe oyunlar yasak oldu bize. Hepimizin çok daha önemli, ciddi işleri oldu. Steril ortamlarda yaşayıp suyu şişeden içer olduk. Piknik anlayışımız 2 gram yeşilliğin içindeki kafelerde parası neyse verip bir kuş sütünün eksik olduğu kahvaltılar yapmaya dönüştü.

Doğadan niye koptuk bu kadar? Nasıl bu kadar uzaklaşabildik? Yine oynasak ya çamurla. Yine yuvarlansak ya çimlerde. Yine çıksak ya ağaç tepelerine. Mutlu olabilsek ya yine bir yağlı ekmekle. 


Not: Yazıdaki fotoğraflar Reha Erdem'in 5 Vakit filminden. Filmde çocukların yeşillikler içindeki uyuma sahneleri öyle güzel ki...

24 Mart 2013 Pazar

Nasıl Ya?


Son zamanların yaşıtlarım arasındaki en popüler konusuna yeniden geri dönüyorum. Belki de kendimi tekrarlayacağım ama olsun. Peki konumuz ne mi? Büyümek… Hepimiz şu an büyümüş olmanın şaşkınlığı içerisindeyiz. Ne ara oldu bu iş? Niye kimse bize söylemedi? Niye kimse uyarmadı? 'Dikkat dikkat sayın 1988 doğumlu ... ..., yetişkinliğe doğru son hızla yol almaktasınız, güvenliğiniz için lütfen en kısa sürede müsait bir yerde sağa çekiniz veyahut en yakın kavşaktan U dönüşü yaparak çocukluğunuza dönünüz.' Gerçi bunu söyleseler ne olacaktı ki? Çıkmışız bir kere yola, dönmek ne mümkün!

Hayatımda (Evet, ben bir bireyim ve benim de bizzat kendime ait bir hayatıM var, bunu söyleyebilmeliyim artık. Lisanstayken yurtta kalıyordum ve ortak mutfağımızda bir kızın bir arkadaşına ‘Hayatımda hiçbi şey yolunda gitmiyo yaa, üff’ şeklindeki yakınmasını işitmiştim. Ve hayretler içerisinde kaldığımı hatırlıyorum. Onun bir hayatı vardı. Hayat, ona aitti. Hayatım demişti, sahiplenmişti onu. Ya ben? Benim var mıydı iyelik eki takıp sahiplenebileceğim bir hayat? Herkesin olduğuna göre, benim de vardı şüphesiz. Ama hayata hayatım diyebilmek bile başlı başına bir büyümüşlük göstergesi gibi gelirdi bana. Ya da sadece çok önemli kişiler hayatım deme ayrıcalığına sahip olabilirmiş gibi düşünürdüm. ‘Öyle değil ama, öyle değil. Bunlarla bi ilgisi yok, herkesin var sahip olduğu bir hayat’ şeklinde kendime yaptığım telkinlerle hala zorlanarak kullanmaya çalışıyorum bu kelimeyi, neyse) bazı radikal değişiklikler oldu bu arada. Sanırım önce ondan bahsetmeliyim. Şöyle ki, artık iş güç sahibi bir insanım. Şu an İ.Ü.’nde farklı bir bölümde araştırma görevlisi olarak çalışmaya başladım ve tabii yine bu alanda yüksek lisansa başladım. Genetik’teki yüksek lisansımın akıbeti ne olacak ben de bilmiyorum henüz, belki bir ara fırsat bulup onu da bitirebilirim diye ümit etmekteyim. Neyse işte, bilgilendirme bölümünü de geçtiğimize göre anlatmak istediğim kısma gelebilirim artık. Şimdi ben Ar. Gör. oldum ya, Tıp öğrencilerinin pratik derslerine asistan olarak giriyorum. Öğrencilere incelemeleri gereken 10 tane örnek dağıtıyoruz. İlk bir saat hoca projeksiyon aletiyle kendi mikroskobunda çalıştığı örnekleri öğrencilere gösteriyor, şu örnekte şu yapıyı, bunda ise bunu göreceksiniz şeklinde. İkinci saatte ise öğrenciler kendi ellerindeki örnekleri inceleyerek bu yapıları bulup çizmeye çalışıyorlar. Bulamayınca haliyle bizden yardım istiyorlar, seslenirken de ‘hocam’ diyorlar, ben yine şaşırıp kalıyorum, ‘Ben mi, hoca mıyım ben yani şimdi’ diye. Yakında da sınav gözetmeni olacağım başlarına. Böyle işte, büyüdüm de bir nevi hoca bile oldum. Ne ara gelebildim bunları yapabilecek yaşa? Ben hala o öğrencilerin yerinde görüyorum kendimi. Öyleyim de aslında ama hem de değilim bi yandan. Off çok karışık bu işler…


Bunları düşününce Oğuz Atay’ın Tehlikeli Oyunlar’daki sözleri geldi aklıma. (Önemli not: Kitabı okumanız kadar Seyyar Sahne’nin sergilediği oyunlaştırılmış halini de izlemenizi şiddetle tavsiye ediyorum. 130 dakika süren bu tek kişilik performansta Erdem Şenocak harikalar yaratıyor. Ben 3 kez izledim!) Kitabın kahramanı Hikmet Benol. Karısından ayrılıp bir gecekonduda yaşamaya başlıyor. Diyor ki:

Oysa, bu şirin bölgenize ilk geldiğim gün albayım, çocuklar benimle ilgilendiler: Çevreme toplanıp, ‘Adama bak’ dediler. (Artık çok genç bir insan olmadığımı belirten bu ‘adam’ sözü beni biraz üzüyor. Belki, kendini genç hissetmek isteyenler için başka bir kelime bulunabilir, ne dersiniz?) Otobüste de şoförün yanında durmayı seven mektep çocukları, ben ön kapıya doğru yürüyünce, birbirlerine, ‘Adama yol verinde geçsin’, diyorlar. Fakat mahalle çocuklarının ilgisi başkaydı: ‘Bütün gözler ona çevrilmişti’ diye yazarlar ya kitaplarda romancılar, ben bir yere girince bana öyle bakılsın isterim. Çocuklar bunu anladılar; hepsi de yeni bir ‘adam’ geldiğinin farkındaydı. Ben de onların yaşındayken ‘adam’ olmak hayata atılmak istiyordum. Önce hayata atıldım. Fakat bunu nasıl yaptığımı bir türlü anlayamadım. (Bir durumdan başka bir duruma nasıl geçtiğimi zaten bir türlü kavrayamam. Mesela, karanlıktan sonra birdenbire nasıl aydınlık olur, albayım? Siz hiç görebildiniz mi?) Herhalde bir süre, hiç kımıldamadan beklemeliydim; sonra hayata yavaş yavaş atılmalıydım. Oysa bana birdenbire işte evlendin ya, hayatını kazanıyorsun ya, o halde hayata atıldın, dediler. (Tam atıldığım sırada söyleselerdi ya.)    

Yavaş yavaş atılamıyoruz işte hayata. Her şey birdenbire, pat diye oluveriyor anlamadan. Bize düşen ise ne kadar yaşlansak da büyüdüğümüze inanamadan, ‘Nasıl ya?’ diyerek şaşkınlık içerisinde geçen yıllara bakakalmak oluyor. 

Niye Sevmeli?

*

İşte insan birini bu yüzden sevmeli. Bir sokağın kaldırımında telaşsız, sallana sallana yürüyebilmek için. Akşam karanlığında, sokak lambalarının loş ışığı altında. Hava biraz soğuk ve hafiften yağmurlu. Elinde elinin sıcaklığı. Kalabalıktan uzakta. Edilen sohbetin tadı damağında. Neşesi kahkahalarda. Arada gelen kaçamak öpüşler… Utangaç ve özlem dolu. Çalışmışsın bütün gün, koşturmuşsun, yorulmuşsun çok. Ama geçmiş şimdi hepsi. Huzur içindesin. İnsan birini bu yüzden sevmeli. Birlikte, sakin yürüyebilmek için.

8 Şubat 2013 Cuma

Uyumak Varken

*

Ey hayali okuyucu, beni neden uğraştırıyorsun? Niye olmayan kişilere bir şeyler anlatma zorunluluğu duyuyorum? Sıcak yatağıma uzanıp uyumak varken neden bunu yapmıyorum? Üstelik deli gibi yorucu bir günün ardından. Neredeyse aralıksız bütün gün sonucu çıkmayan deneylerimle uğraşıp emek çöplüğüme yeni çabaları fırlatıp üst üste yığmışken. Artık bunu yapmaktan bıkmışken. İlerlemek isteyip yerimde saymaktan bir türlü kurtulamazken. Yerçekimi, uykuyla olan anlaşmasına sadık kalarak inatla göz kapaklarıma asılırken. O kuvveti ruhuma uygulayıp beni yerin dibine geçirmektense, varlığımı kaale almayıp yerüstünde parçalar halinde özensizce ortalığa salmayı tercih ederken. Parçaların her biri bağımsız ve ayrı bir yere gitmek isterken. Ben, ruh parçalarının toplamı, bunların hiçbirini umursamazken. Aklım başka yerdeyken. Başkalarının akıllarının olduğu başka yerlerin benim civarım dahilinde olmamasına kızarken. Aynı anda buna sonuna kadar hak verirken. Yeterince öfkelendikten sonra saçmaladığımı düşünüp bunların hepsini bizzat kendimin uydurduğuna yine kendimi ikna ederek sakinleşirken. Her zamanki gibi yine anlayış göstermeye karar verirken.

Sanki zaman geçip giderken herkes bir şeyler yapıyor da ben yerimde sayıp olanları şaşkınlıkla izliyor gibiyken. Aslında şaşkınlığım bile rolden ibaretken ve ben artık hiçbir şeye şaşırmayıp her şeyi normalleştiriyorken. Tüm çirkinlik ve kötülükleri dahi baştan kabullenmişken. Daha hiçbir şeye başlamadan bile çok yorulmuşken. Artık hayal kırıklığına uğramaktan bıkmışken. Hayal kurarken ne denli salak olduğumu ancak hayal kırıklığına uğradıktan sonra anlayarak bu vahim durumumu bir kez daha tüm dünyaya kanıtlamış olurken. Fakat bu vesileyle dahi dünyanın umrunda olabilme şerefine nail olamazken. Tehlikeli oyunlar oynamaktan korkup kendimi bir an evvel güvenli sulara atmaya çalışırken. Üstelik yüzmeyi bilmediğim için aslında bunun da bir çare olmadığının son derece farkındayken.

Uyuyup hepsini unutmak varken…   

26 Ocak 2013 Cumartesi

Büyümemişim Ki Ben İşte!



Sevgili hayali blogcum,
‘Büyüyünce bilim kadını olucam ben’ diye tutturmuş biri olarak çocukluğumda Bilim Çocuk dergisini takip ederdim düzenli olarak. Ayın 15’inde mutlaka dergiyi alır, yazıların içinde kaybolur, görsellerinin güzelliğine hayran olur, tarif edilen deneyleri yapar, verdiği posterleri asardım odama. O posterlere baka baka ne hayaller kurardım! Hayallerimde astronot mu olmadım, Satürn’ün halkasından mı kaymadım, neler neler…

Sonra birazcıcık büyüyünce (çok değil ama) levıl atlayarak Bilim Teknik’e geçiş yaptım. Ama tabii ki o, benim sevgili Bilim Çocuk’umun yerini tutmadı hiçbir zaman, onun yeri başkaydı hep benim için. Bilim Çocuk dergisi Aralık ayında yeni yılın takvimini verirdi hep. Artık Bilim Çocuk okumayı bıraksam da, yeni yıl ritüeli olarak her Aralık ayında o takvimi almaktan vazgeçmedim hiç. Bilim Çocuk takvimsiz yılım geçmedi.

Bu yıl yine yılbaşı zamanında takvimini edinmek için Bilim Çocuk almalıyım diye geçirdim aklımdan. Ama sonra nasıl olduysa -müthiş hafızamdan hiç mi hiç beklenmeyecek bir biçimde- almayı unuttum. Tarih Ocak 15’e yaklaşmaktaydı. Bizim ev civarındaki market ve bayilere bakmış ancak dergiyi bulamamıştım. Aman Allahım yoksa dergi tükenmiş miydi! 2013 yılının Bilim Çocuk takvimini alamayacak mıydım! Yılların geleneği böyle mi son bulacaktı! N’ayırdı, n’olamazdı! Ben bu şekilde ev arkadaşım Buket’e yakınırken, Buket dedi ki: Aslı, belki de bu büyüdüğünün bir göstergesidir, kabullenmelisin artık bu gerçeği! Ben de ona dedim ki: Hayıııııooooor! 

Sonra, o ara bir işimi halletmek üzere Üsküdar’a geçmiş idim. Yolun üzerinde bir gazete bayii vardı. Adama Aralık ayı dergisini sordum, oralara bak dedi. Bir sürü derginin arasında baya bir kazı çalışması yaptıktan sonra nihayet sevgili Bilim Çocuk’umu buldum ve sevinç nidaları eşliğinde ona sımsıkı sarıldım. Yılların geleneği bozulmamıştı işte, 2013 takvimi duvarımdaki yerini alacaktı! En önemlisi de; bu henüz büyümediğimin apaçık bir göstergesiydi!


11 Ocak 2013 Cuma

Aşk Kalitatif Mi, Kantitatif Mi?



Her aşkta bir taraf daha mı çok severdi yoksa tarafların eşit sevdiği aşklar da var mıydı? Peki nasıl ölçecektin ki bunu, var mıydı aşkın bir ölçüsü-ölçeği? Herkesin sevgi parametreleri kendine özel değil miydi, herkes bunu kendine göre tanımlamıyor muydu? Çıkan değerlerin birimleri farklıydı ki zaten, bunları birbirine çeviremezdin. Elmalar-armutlar meselesi gibi, nasıl yapılabilirdi ki toplananların karşılaştırması? Bu durumda elinde kalan tek dedektör hislerindi. Ancak hissedebilirdin bu eşitsizliği, adaletsizliği. Hissetmeninse güvenilirliği o kadar küçüktü ki! Buna dayanarak tek kelime edemezdin.

Gerekli miydi peki böyle bir kıyaslama? Hani bir zamanlar karşılıksız sevgiye inanırdın, mümkün olabileceğini, olması gerektiğini savunurdun. Her zamanki gibi içinde bulunmadığın durumlar için fazlasıyla idealisttin. Ya şimdi? Verdiğin her gıdım sevginin hemen karşılığını almak istiyorsun. Sevgin karşılık bulamazsa diye ödün kopuyor. Ya o sana göstermezse ‘hak ettiğin’ sevgisini? Belki de korkunun tek nedeni kadın olman... Sevgini göstermeye çalışırken kendini tipik ‘fedakar kadın’ kalıbında bulmaktan korkuyorsun. Sırf bu kalıba girmemek için sen yapıyorsan fedakarlığı, onun da yapmasını istiyorsun. Ve bu yüzden ancak onun seni sevebileceği kadar sen de onu sevmeye çalışıyorsun, daha fazla değil! Belki de sadece kendini garantiye alabilmek için yapıyorsun bunu. Her konuda olduğu gibi aşkta da göze alamıyorsun riski. Fazlasıyla garanticisin yine.

En iyisi aşkı kantitatif değil de kalitatif olarak tanımlaman. Miktarını önemsemeden sadece var-yok analizi yapman. O zaman belki doyasıya yaşayabilirsin hislerini, kim bilir…