27 Aralık 2012 Perşembe

Evde Mi Kaldım?

Fabian Perez-El rojo sillon

Bu satırları kendime şehirler arası bir otobüsün arkaya yaslanmış koltuğundan yazıyorum. Gece yolculuğu yaptığım için ışıklar kapalı. Karanlıkta, zaman zaman yanımızdan geçen arabaların farlarından gelen anlık ışıklar altında yazıyorum. Yani görmeden. Yazdıklarımı daha sonra okuyup okuyamayacağımı bile bilmeden. Belki de tüm satırlar üst üste geliyor, kim bilir... Saat gecenin üçü. Kulağımda Deli Bando, aklımdan çıkmayan birini de beraberimde götürerek yol alıyorum. Gözlerimi zor açık tutuyorum. Yanıyorlar. Otobüsün kaloriferleri de yanıyor. İçerisi sıcacık. Tüm koşullar beni uyumaya zorluyor. Direniyorum. Çünkü içimde delice bir yazma isteği. Ne yazacağımı bilmeden. Belki bir parça suçluluk duygusuyla. Ne de olsa hayali bloguma birkaç yazı borcum var-bir an evvel kapatmam gereken.

Düşünüyorum ne zaman bu kadar büyüdük. Niye hiç fark etmedim. Yaşım 24. İlk kez yakın bir arkadaşım evlilik yolunda adım attı. Onun sözlenme töreninde yanında ben vardım, gelinin arkadaşlarından biri olarak. Önceden böyle törenlerde ben hep çocuk kontenjanında olurdum. Evlenen ablalar ve yanlarındaki yakın arkadaşlarının tatlı telaşlarını uzaktan izlerdim. Hiç bir gün onların yerinde olabileceğimi düşünmemiştim Ama kendimi pat diye o konumda buldum. Ne ara büyüdüm de o ablalardan oldum ki ben? Üstelik artık gözler bana da çevrilerek darısı başına, sıra sende deniyor. 

Bu ziyaretimde, evlenmek üzere olan arkadaşımın da etkisiyle tabi, ailemin gündeminde de benim bulacağım damat vardı. Bundan sonra muhabbetimiz bu mu olacak yani? Şimdiye kadar hep ne olacaksın sorusuyla cebelleşmiştim, ona alışmıştım artık. Ama şimdi daha zor, daha sinir bozucu  sorular gelmeye başladı. Verecek bir cevap bulamadım, anlatmaya çalışsam anlamayacaklarını biliyorum çünkü. Konuşmamaya çalıştım mümkün olduğunca, sırf bu konu açılmasın diye. Ne desem söz oraya gelecekti çünkü. Bundan sonra böyle mi olacak yani? Zaten eve az gidiyordum, artık daha da mı az gideceğim yani?.. Ah evlenen hain arkadaşlar ah! Sizin yüzünüzden bize evde kalmış muamelesi yapılıyor, ne vardı sanki evlenecek?  

Not: Yanlış anlaşılmasın, kişinin kendi tercihi olduğu sürece; evde kalmak güzeldir!

Bir diğer not: Yine yanlış anlaşılmasın, kişinin kendi tercihi olduğu sürece; evlenmek de güzel olabilir... Fundası ve Serhan, birlikte mutlu olun hep!   

18 Aralık 2012 Salı

Sevilmek Bağımlılığı

Dead Flowers

Sevilmek bir tür bağımlılık. Azıcık sevgi görmeyedursun insanoğlu, hep sürsün istiyor. Bir türlü doymak bilmiyor ve hep daha fazlasını istiyor. Onu bu illete müptela edenler bir an vazgeçseler sevmekten hemen başlıyor krizler. Beklediğini alamadığı en ufak anda çıldırıyor içindeki canavar. Ve başlıyor kükremeye, tabii kendi kendine… Bugün niye kimse ilgilenmedi benimle, niye kimse aramadı hiç? Halbuki dün ne kadar sevgi doluydum, ne kadar çok seviliyordum. Dün dünyanın merkeziydim ben, hatta hakimi, hükümdarı! Bugünse dünyanın en yalnız insanıyım. Kimse aramıyor, sormuyor. Kimse sevmiyor beni. Kimse merak etmiyor. Dünyanın merkezine bir günde kurduğum gecekondudan bozma sarayım, başıma yıkılıyor o an. Her şey paramparça oluyor bir anda. Yıkıntılar arasında tek başıma zorlukla nefes almaya çalışırken kırık dökük sevgi sözcüklerine rastlıyorum. Bir zamanlar söylenmiş olan. Bir zamanlar gönlümü okşayan. Şimdiyse aynı kelimeler her yerime batarak acıtıyorlar canımı. Sevilmeler gelip geçici demek, sevmenin aksine… Anlıyorum ki bir fark daha var sevilmek ve sevmek arasında. Sevilmek bittiğinde, sevmek ise sürdüğünde acıtıyor insanları. Ah ne kadar doyumsuz, ne kadar ikiyüzlü, ne kadar nankörüz!

10 Ekim 2012 Çarşamba

Uyku Arası Sokak Sesleri


Gustav Klimt-Sea Serpents IV

Tam yazdan sonbahara geçiş mevsimi. Ara bir mevsim. Arafta bir mevsim. Açık olan pencereden içeriye sesi fazlaca açılmış televizyon, konuşan veya bağırışan insan, bir yerlerde bir şekilde birbirine çarptırılan demir, yoldan geçmekte olan araba ve evlerin çatılarında uçuşan martı sesleri geliyor. Bir çocuk evlerinden giden bir misafiri uğurluyor. Kendine iyi bak tamam mı… Çocuksu sesiyle. Çocuksu bilmişliği ve aceleciliğiyle. Aklına sabah kahvaltı yaptığın yerdeki küçük kız geliyor. Kıvırcık saçları toplu, yanakları yenilesi. Ellerini ağzının üzerine kapatarak çıkarmaya çalıştığı kalın ses ile ailesinin oturduğu masaya doğru sesleniyor. Baba beni duyuyor musuun?

Göz kapakların ağırlaşmış. Uyumak istiyorsun artık. Yine aklından o geçiyor. Keşke burda olsa diyorsun. Halbuki çok olmamış ayrılalı, birkaç saat geçmiş. Olsun, yine de özlemişsin işte. Dışarıdan bir topuk sesi geliyor. Biraz telaşlı. Önce yaklaşarak hızla artıyor, sonra giderek sönüp duyulmaz oluyor.

Uykuya dalıyorsun. Fark etmeden. O kadar tatlı ki uyku. Yavaş yavaş alıyor seni kucağına. Çaktırmadan hiç, korkutmadan. Adım adım yaklaşıyorsun ona. Düşüyorsun tuzağına ama düştüğünün, düşlediğinin bilincinde olamıyorsun. Olmak da istemiyorsun eğer güzelse gördüğün. Kendini bırakıp kayboluyorsun içinde düşlerinin. Her seferinde yeni bir keşfe çıkıyorsun bilmediğin bir dünyada.

Yarım yamalak çalınan, zaman zaman kesilen bir akordeon sesiyle açıyorsun gözlerini. Yatağının yanındaki pencere açık kalmış, üşümüşsün hafiften. Uyanıyorsun ürpererek. Uykunun sıcaklığını istiyorsun. Ve yeniden dönmeyi ona. Kedi gibi kıvrılıp sığınıyorsun kendine. Akordeon çalmaya başlıyor tekrardan. Sen gülümsüyorsun. 

6 Ekim 2012 Cumartesi

Gölge

*

Ağacın gölgesi sokak lambasının ışığında yere vuruyordu. Yerdeki gölgeye basarak geçti. Ağaca baktı. Onun bundan haberi yoktu. Öylece duruyordu hiçbir şey olmamış gibi. Sanki gölgesi ezilmemişti az önce. Sonra diğer gölgelere de bastı. Çevresine baktı. Kimsenin umrunda değildi ezilen gölgeler. Artık gözleri yerde, basacak gölgeleri arıyordu. Hepsine basacaktı, hepsine! Canı acımazdı nasılsa gölgelerin. Hiçbirinin sesi de çıkmıyordu zaten. 

Kendi canı neden acıyordu peki? 

O da bir gölgeydi aslında cismini arayan. Bir türlü gerçek olamayan. Bir türlü sesi çıkmayan. Böyleydi işte, yapacak bir şey yoktu. Kabullenmişti kaderini. Öte yandan gün geçtikçe içinde kabaran isyan dalgasını da bastıramıyordu. Daha cesur olmak istiyordu. Konuşabilmek en basitinden. Bu bile onun için çok fazlaydı, susmakla yetinmek dururken. Çünkü susmak kendini ifade edebildiği en iyi yöntemdi. Oysa yeri geldiğinde ruhları incitebilmek de istiyordu. Bu, olması gerekendi çünkü. Ama o bunun yerine, onlar adına utanmayı seçiyordu. Herkes ve her şey için utanabilirdi. Dünyadaki bütün utançlar için sızlamak üzere kalbi, kızarmak için ise yüzü hazırda beklerdi. 

Yerdeki gölgeleri neden görmüyordu diğer insanlar? Basmak ya da basmamak… Hiçbir önemi yoktu ki bunun. Gölgeler acımazdı nasılsa. Onlar gerçek değildiler çünkü. Yoktular. Bazen var olduklarını sanan yanılsamaydılar yalnızca. Yalnızca.

30 Eylül 2012 Pazar

Sade Kahvemin Eksik Şekeri



Şimdi bu başlığı görenlerde mecazi anlamda birtakım şeyler söyleyeceğim, sade kahve olmaktan ve eksik şekerlerden dert yanmakta olduğum izlenimi uyanabilir. (Ne kadar da yanlış tanımışsınız beni!) O izlenimler hiç boşuna uyanmasın öyle, çünkü bu yazıda başlıktaki kavramlar birer gerçeklik olarak yer almakta. Fakat yine de dert yanmamdan kaçışınız yok, ona mecbur katlanacaksınız. Yapçak bi şey yok, bence kaderinize razı olup okuyun, çekilecek çileniz varmışsa demek ki…
Bilindiği üzre kahve içmeyi çok seven bir zatım. Hele de yemeğin üzerine içilen kahve gibisi yoktur benim için. Yine bilindiği üzre, yemek yeme işlemini ise zorunluluktan, yaşamımı devam ettirebilmek için icra etmekteyim. Buna rağmen tok bir karınla içilen kahve daha keyifli olduğundan bazen sırf bu yüzden çok yemeye çalışırım.
Okulda da yemekhane dönüşlerinde yanımdakileri muhakkak kahve içmeye sürüklerim. Özellikle havalar güzelken çimlere serilip kahve eşliğinde sohbet etmek tadından yenmeyen rutin bir aktivitemiz haline gelmiştir. Kahvelerimizi aldığımız yerler ise ya kütüphanedeki ya da fen edebiyat fakültesindeki otomatlardır. Gel gör ki, oldukça saygı duyduğum, sürekli hayır duamı alan bu (benim için mucizevi) makineler, son zamanlarda bir terbiyesizleştiler bir terbiyesizleştiler ki sormayın, verdiği kahvelere şeker koymaz, beni hüzün ve kedere boğar oldular! Ben kahveyi normalde sade (yani sütsüz-bazı arkadaşların dediğine göre katran gibi) ama 2 şekerli içerim. Dolayısıyle şekersiz kahve içtiğimde çok mutsuz oluyorum.
İşte bu ahval ve şerait içinde ben de gittiğim yerlerden şeker çalıp cebime, çantama atmaya başladım. Her gittiğim yerin şekerlerine göz koyar oldum. Hatta bazı yerlerde paketlenmemiş şeker verilince üzülüyorum, buradan şeker çalamıcam diye… Sonra daha garanti yanımda olsun diye cüzdanımda şeker taşımaya başladım. Düşünün, cüzdanımda sıra sıra şekerler dizili! Geçen gün evden üzerime hırka alarak çıkmıştım, elimi cebime bi attım ordan da şeker çıktı! Artık her yanımdan şeker fışkırır hale geldim. Buna rağmen bu küçük miktardaki stoklar çabuk tükendiği için artık sırt çantama bir poşet şekeri demirbaş olarak ekledim. İçine sürekli evden takviye yapıyorum. Bu sayede artık kahvemi şekersiz içmiyorum, mutluyum. Allah kimseyi ‘şekerli sade kahve’siz bırakmasın, amin!

13 Eylül 2012 Perşembe

Daha iyi olmaz mıydı?

Cemal Süreya'nın şiiri

Daha güzel bir gün olabilirdi. Otomattan aldığım kahveme makine istediğim miktarda şekeri koymuş olsaydı. Veyahut cüzdanımda bu tür durumlar için taşıdığım şeker stoğum tükenmemiş olsaydı.

Şekerli sade kahvemi çimlerde huzurla içebilirdim. Yan tarafta bir kadın ve bir adam ticaretle ilgili bir tartışmaya girmeseler, kombinin parasını kimin vereceği hakkında anlaşmazlığa düşmeselerdi. Artık kimse o Şahin Bey, onu en başta arasalar ve böylece aralarında husumet olmasaydı.

Havanın sıcaklığı tam karardı. Gölgede üşütmeyecek kadar serin. Ama gökyüzü daha mavi olabilirdi. Karşıya baktığımda gökdelenler yerine yemyeşil dağlar görüyor olsaydım. Ve içimden gelecek olan dağlara tırmanma isteğini türlü nedenler-aslında bahaneler-le bastırmayıp gerçekleştirebilseydim.

Ağacın altında oturmak güzeldi. Daha keyifli olabilirdi. Dala konan karga beni tuvalet olarak görmeseydi. Ona doğru bakıp bu yaptığının çok ayıp olduğunu söylediğimde beni biraz umursasaydı. En azından ben birazcık kayıp ateş hattından çekilme nezaketini gösterdikten sonra o da dalını değiştirerek tekrar üst hizama konumlanıp benimle dalga geçmeseydi. Ben kargayla konuşup, 'Senin derdin ne dostum' derken oradan geçen insanlar bana tuhaf gözlerle bakmasalardı.

Yalnız olmak güzeldi. Ama keşke biri daha olsaydı yanımda şu an. Mesafeler yüzünden ayrı düşmeseydik. Yine uzansaydık çimlere yanyana. Gözlerimizi huzurla kapasaydık birlikte. Böcekler içimize girip ısırmasaydı bu kez. Köpüşler biraz daha uzaktan havlasa, beni korkutmasalardı.

Yazı yazmak güzeldi. Aynı performansı makale okurken de gösterebilseydim. Zorunlu olduğum için değil, öğrenmek istediğim için kararlılıkla zaman ve emek harcayabilseydim. Bu kadar tembel olmasaydım ve her şeyi sürekli ertelemeseydim. Daha iyi şeyler yapabilirdim belki. Çevresel faktörler tarafından da hevesim kırılmasaydı. Kendimi işe yaramaz biri gibi hissetmeseydim.

Kütüphanede vakit geçirmek güzeldi. Üstelik henüz okul açılmadığı için oturduğum kısımdaki her yer boştu. Ta ki bir çocuk gelip masalardan birine oturana dek. Gelmeseydi. Diğer insanlar da gitseydi. Bütün kütüphane bana kalsaydı. Hatta dünyadaki bütün kütüphaneler benim olsaydı! Ama bütün kitaplara açgözlülükle aynı anda başlayıp hepsini yarıda bırakmasaydım. Kitap katili olmasaydım.

Evim güzeldi. Minik ve sevimli. Penceresi sardunyalı. Ama bizim sokakta her gün önündan geçtiğim o güzel yeşil renkli eski apartman da benim olsaydı. Tüm katlardaki pencere veya balkonlarda kırmızı sardunya yetiştirme zorunluluğu koysaydım. Balkonunda arkadaşlarımla çay içip, çekirdek çitleseydim. Daha güzel olabilirdi. Sokağın adını da Çifte Vav olarak değiştirebilseydim.

Yine de hayat güzeldi. (Kuşlar uçuyordu.) Yaptıklarımız, yapamadıklarımız, yapmak istediklerimizle. Hepsi hayatın bir parçasıydı. Hepsi bizi biz yapandı. Her şey mümkündü. Ve biz daha iyisini yapana dek en iyisi buydu. :)

6 Eylül 2012 Perşembe

Yapabilirmişim Lay Lay Lom


*

Olabiliyormuş demek. İnsan aynı şarkıları dinleyip bir başkasını düşünebiliyormuş bu kez. Demek ki aslolan bizmişiz, içimizdeki sevgiymiş. Ve kaynağı bizde saklıymış. Ümitlerin en çok  tükendiği yerde bile hala sevebilme ihtimalimiz varmış. Bir yanımız hep kırık kalmadan. Huzurla. Verdiğimiz değeri fazlasıyla hak eden birini… Gönül rahatlığıyla sevebilirmişiz. Sanki onu hep tanıyormuşuz gibi. Artık tüm şarkılar o olabiliyormuş. Gülümsemelerse sürekli. İşte o yüzden, gitmesinmiş bu kez. Yanımda kalsınmış. Çünkü bu kez paylaşacak çok şey varmış.

(Bu yazının şarkısı bu olsun)


17 Temmuz 2012 Salı

Yarınlar

Fırat

Günlerimi, yapılacakları yapmaktansa, yapılacakları bir yapsam ne kadar mükemmel yapacağımı düşünerek geçiririm. Bunun için planlar yaparım. Ama başlamayı hep yarına bırakırım. (Dur önce bi şunu yapayım da, onu yarın yaparım nasılsa.) O yarın hiç gelmez. Ben de rahat rahat hiç gerçekleştirmeyeceğim yeni planlar yaparım. Planlarımdaki potansiyel beni heyecanlandırır. Bu potansiyelin kinetiğe dönüşmesinin önünde bir engel bulundururum muhakkak. Ama koyduğum engeli titizlikle seçerim ki ben kaynaklı olmasın, dış etmenlere bağlı olsun. (Bana kalsa yaparım ama elimde değil ki!) Böylece benim yüzümden değil, dış etmenler yüzünden gerçekleşmeyen, aslında gerçekleşse çok güzel olma potansiyelini taşıyan hayallerimin gerçekleşmesini imkansız kılmış olurum. Bu sayede hiç çaba harcamak zorunda kalmam. (Amaan, kim uğraşacak şimdi onunla...) Ama bunları kendime itiraf etmem. Bunun yerine kaderciliği tercih ederim. (Bakalım yaa, kader-kısmet bu işler...) Gerçekleşmeyecek hayallerimi biriktirir dururum hep. Gelmeyen yarınlar için. 

9 Temmuz 2012 Pazartesi

Korksam da içimdeki karanlıklara da bakmak istiyorum

Mulholland Çıkmazı'nın mavi anahtarı

Hiçbirimiz mükemmel değiliz. Bunu unutuyoruz çoğu zaman. Daha sık hatırlamalıyız. Kimsenin müthiş yolunda giden bir hayatı yok. Herkesin kendince dertleri, tasaları var. Çünkü insanız. Her şeyimiz tam olsa da hep eksiğiz. Herkesin hayatı berbat diye sevinelim veya avunalım demiyorum. Ama en azından bu hususta yalnız olmadığımızın farkında olmamız hepimize iyi gelebilir.
Filmlerde hep görürüz, karakterlerin başına bin bir türlü kötü şey gelse de hep bir çıkış yolu bulunur ve mutlu sona varılır. Ama gerçekte hiçbir mutlu anımızı dondurup, o anı mutlu son ilan edemiyoruz. Zaman akıyor, hayat devam ediyor. Tam, işte bu benim mutlu sonum olsun, derken yeni bir filmin içinde buluyoruz kendimizi. Yeni sıkıntıların.
Filmin başrol oyuncusu oluyoruz bizzat ama ne güzeliz ne de pür iyi. Kendimize itiraf edemediğimiz kadar çirkin ve kötüyüz aslında. Ama başrol oynamak kolay değil. Bunları yadsımayı gerektiriyor. -miş gibi yapıyor, oynuyoruz rolümüzü. Çevremizdekiler, yani seyircilerimiz, bizi nasıl görmek istiyorsa o role bürünüyoruz. Hayırlı evlat, çalışkan öğrenci, iyi dost... Oynamaya çalıştığımız rol o kadar kusursuz ki! Gerçek olmasına imkan yok! Ama o kadar iyi oynuyoruz ki seyircilerimiz artık bizi o rolde kabulleniyor. Ve biz gerçek kimliğimizi açık edemez hale geliyoruz. Bu durumda hep saklanmak zorunda kalıyoruz. Buna da şöhretin bedeli deniyor işte.

28 Haziran 2012 Perşembe

Beklemek


Waiting

Aramadı. Yola çıkarken mesaj at, ben seni ararım, demişti. Attım. Aramadı. Telefon elimde bekliyorum. O gürültülü otogarda ararsa da duymazsam diye telefondan ayırmıyorum gözümü. Bagaja eşyalarımı koyarken bile, bir gözüm hep telefonda. Aramadı. Geçip oturuyorum otobüse, gözüm hala telefonda. Artık sessize almam lazım. Ama ararsa da duymazsam… Titreşime alıp montumun cebine koyuyorum. Ya onu da hissetmezsem diye ellerimi ceplerime sokup, telefonu cebimde sıkıca kavrıyorum. Sık sık çıkarıp kontrol ediyorum, olur ya belki telefonun titreşimi bozulur falan… Aramadı. Ama ararım demişti, ben ara demedim ki ona, kendi dedi. Niye aramadı? Saatler ve yollar geçiyor. Umudum tükeniyor. Aramayacak biliyorum. Ama beklemekten vazgeçemiyorum. Ya ararsa? Ah bir arasa, bir arasa… Onu o an affedeceğim. Sunduğu mazeret ne olursa olsun, yok önemli değil, olur böyle, diyeceğim. O konuşacak, anlatacak bir sürü. Ben bir iki cümle kurup dinleyeceğim onu her zamanki sessizliğimle. O, varlığımdan şüphe edip, orda mısın, diyecek. Burdayım diyeceğim. Burdayım işte belli belirsiz varlığımla. Bir arasan, ben burdayım aslında. Ben hep burdayım. Sen bir arasan… Şehirler geçti, şehirler değişti. Gün ağardı. Yol tükendi. Ben bekledim. O aramadı.


(Bu yazının şarkısı bu olsun)

1 Haziran 2012 Cuma

Sarma Sarmadır, Dolma Dolmadır!

Sarma
Dolma











Bugün, bayılarak izlediğim dizi Leyla ile Mecnun’un son bölümünde de sarma-dolma karmaşası yaşandığını görerek yine sinirlenmem neticesinde, hemen bilirkişilik hırkasını giyerekten aradaki bariz anlam farkını pöykürmek istedim. Efendiiim, aslında aradaki fark gayet açık ve anlaşılır. Fakat insanlar niçin sarma yerine dolmayı kullanmakta ısrarcılar anlamış değilim. Şöyle ki; sarma, asma veya lahana gibi sarılmaya müsait yaprakların üzerine pirinç vesaire malzemelerin konulduktan sonra sarılması münasebetiyle ortaya çıkan ürüne denirken, dolma ise biber ve bilimum içi doldurulabilecek olan sebzenin içine yine pirinç vesaire maddelerin doldurulması sonucu elde edilen ürüne denilmekte. Sarmada kullandığımız şey yaprak olduğu ve onun doldurulabilecek bir içi söz konusu olmadığı için ona dolma demiyoruz. Sonuçta sarma sarmadır, dolma da dolmadır dimi? Nasıl ki dolmaya sarma dememiz mantıksızsa, sarmaya dolma dememiz de aynı derecede anlamsız. Madem ikisine de aynı şeyi diyecektik o zaman en başından ayrı isimler yerine tek bir isim bulsaymışız solma ya da darma gibi. Olmaz efendim, olmaaaaz! Doğru düzgün hitab edelim o el emeği göz nurlarına. İçime dert olmuş yaa. Anlattım, kurtuldum, oh! Hala anlamamakta ısrar edenler için resimli açıklama hizmetimiz de mevcut. (Gugıldan bulduğum) Fotoğrafları inceleyip sarma ve dolma arasındaki 7 farkı bulabilirsiniz. İncelemeniz sonrasında ise lütfen ağzınızın suyunu silmeyi unutmayınız.
Afiyetle kalınız.

14 Mayıs 2012 Pazartesi

Cumartesi Yalnızı



Duygular önemli. Duygular önemsenmeli. İnsanlar birbirlerine tutunmak için birçok yol bulmuşlar bugüne dek. Dil birliği, din birliği, tarih birliği, siyasi birlik… gibi bir sürü ortak payda üretmişler. Ama artık insan ilişkileri duygu birliği üzerine kurulmalı. Her insan bin türlü duyguyu tattığına göre de bu birlik sürekli parçalanıp yeniden oluşmalı. Çünkü duygular dalgalı şeyler. O kadar değişkenler ki! Her an farklı bir his hissedilen. Farklı bir deneyim, anlatılamayan. Anlatmaya çalışmak güzel ama. Biri çıkıp anlatmaya çalışınca, birilerinin tam olarak olmasa da, kalp yordamıyla anlama ihtimali var çünkü. Duygudaşlık hissi bu. Selim İleri kitabı okumak gibi mesela. Benim yalnızlık duygudaşım o.
Selim İleri’nin Dostlukların Son Günü ve Cumartesi Yalnızlığı’ndan sonra Bu Yaz Ayrılığın İlk Yazı Olacak’ını okudum geçenlerde.
Olmamış olmak isterdim diyor Ayhan. Yok olmak değil, olmamış olmak. Hepimiz yok olacağız zaten… Selim kimsenin okumayacağı (?) öyküler yazıyor. Kendini ancak ikinci ya da üçüncü tekil şahıs olarak anlatabiliyor. Kendi varlığından korkarmışçasına. Çok da hoşlanmadığı insanları bile bir yanıyla seviyor, özlüyor. Ayak seslerini dinleyip onu gözetleyen Nur Hanım’ı bile, geç de olsa anlıyor.
İnsan var olabilmek için başkalarına ihtiyaç duyuyor. O başkaları olmayınca da bir türlü tam olamıyor. Hep eksik. Hep yalnız.
İliklerine dek yalnız olana ise başkaları da kâr etmiyor. Dört tarafı başkalarıyla çevrili olsa bile yine içinde kendi yalnızlığıyla baş etmeye çalışıyor. Baş etmeye çalışıyor ama bir yandan da ona sımsıkı sarılıyor, bağlanıyor. Yalnızlığını sevgiye boğuyor ve onu kaybetmekten çok korkuyor. 

27 Nisan 2012 Cuma

Güneşli Bir Gün


Bugün ne yaptın (Aslııı? Çekirdeklerini çıkardım reçel yaptım!)
Biliyorum herkes bugün ne yaptığımı çok ama çok merak ediyor. Ben de siz hayali okuyucularımı kırmayıp bugün yaptığım her bir haltı anlatmaya karar verdim. Bugün benim Mikrobiyal Metabolizma dersi için sunum yapmam gerekiyordu. Ben de her zamanki gibi hazırlanmaya başlamayı son ana dek erteleyen bir insan olduğum için dün gece saat 00.00’ı vurduğunda hâlâ sunumum ortada yoktu. Üstelik uykum da gelmişti. Hadi bir saat uyuyayım da sonra kalkarım diye hâlâ daha erteleyebildiğim kadar erteleme maksadındaydım. Üstelik aynı numarayı eve geldiğimde de uygulamıştım, biraz uyumuştum yani. Neyse ki makaleyi daha önceden okumuştum da sadece slayt hazırlamak kalmıştı. Böyle söyleyince sanki iki dakkada bitecek bir iş gibi geliyordu kulağa ama işin içine benim yavaşlığım, oyalanmalarım ve ayrıntı manyaklığım katılınca sabaha kadar sürdü. Tabii bir de sunacağım makalenin hocanın kendi makalesi olması dolayısıyle pek kıvırma şansım olmadığından iyi hazırlanmak zorundaydım, açığım olmamalıydı yoksa hemmen yakalanırdım. Aslında makaleyi de sevmiştim. Bora dirençli bir bakteri türünün bor direncinin arttırılması için evrimsel mühendislik yaklaşımıyla, zamanla artan bor konsantrasyonlarına ekilen bakterilerin jenerasyonlar ilerledikçe daha dirençli hale getirilmesiydi amaç. Bitirdiğimde, normalde uyanmam gereken vakte bir saat kalmıştı. Hemen uyudum bir saat ve uyandım, duşa girdim, hazırlandım ve çıktım.

Aslı derse yetişebilecek miydi? Du-duf-duf-du-duf!!!


Tabii ki hayır! Aslı kanunlarına göre her derse minimum 5 dakika geç girilir çünkü. Kapıyı büyük bir tedirginlikle açtım, ya hoca içerde değilse, ya ders başlamadıysa da ben erken/zamanında geldiysem? Güp-güp, güp-güp! (Bunlar kalp atışı efekti oluyor bu arada.) Neyse ki evet, hoca çoktan girmiş ve ders anlatmaya başlamıştı. Derin bir nefes alarak zamanında gelmediğimi görüp rahatladım. Prensiplerine sımsıkı bağlı bir kişi olarak neyse ki yine geç kalmayı ihmal etmemiştim.
Hocanın ders anlatımı bitince 15 dakikalık ara verdik. Daha sonra art arda 3 kişi sunum yapacaktık. Arada elbette ki kahve ritüelimi icra etmek üzre kantine gittim. Geçenlerde yeni tanıştığım bir arkadaşımın kahve içmediğini öğrenerek şok olmuş ve ona seni insanlıktan reddediyorum demiştim. O da bugün denemeye karar vermiş. Hangisinden alayım diye sordu, önce üçü bir aradayla başla sonra yavaş yavaş sadeye doğru geçiş yaparsın aynı bakterilerin bora alıştırılması gibi ben de seni sade kahveye alıştırıcam, her gün içindeki süt tozu miktarını azaltarak sonunda sade kahve içebilir hale getiricem dedim. Evet, evrimsel mühendislik yöntemini insanda denemeye karar verdim! Daha sonra ona kahve paketinin nasıl açılacağı, 4. elementten (tahta) yapılmış karıştırma aparatının kahve karıştırıldıktan sonra-eğer tahta aromalı kahve içilmek istenmiyorsa –içinde bırakılmaması gerektiği gibi KAH101 dersleri verdikten sonra ilk hedefimiz sınıf omak üzere ilerledik.
Sunumlar başladıktan sonra hiç ara vermediğimizden ve havanın çok sıcak, Mobgam sınıflarının ise çok daha sıcak ve havasız olmasının doğal bir sonucu olarak sınıftaki herkes amip kıvamına gelmişti. Son olarak ben de yaptım sunumumu ve sonra özgürlüğümüze kavuştuk. Artık yalancı ayaklarımızla doğaya akabilirdik.
Hava o kadar sıcaktı ki adeta bir yaz günüydü. Böyle bir havada ne kadar yorgun ve uykusuz olsam da eve dönemezdim (bkz.Aslı kanunları no:2) , kendim için değil inanın, dışarıda bir yerler gezilmek üzre beni beklerken onları hayal kırıklığına uğratamazdım. Bu ahval ve şerait içinde Ayt’ı aradım, evdeymiş ve ona seni dışarı çıkarayım mı dedim, o da çıkma teklifimi kabul etti. Müg de evdeymiş ve hatunlar daha kahvaltı bile etmemişler. Ayt her zamanki hamaratlığıyla poğaça yapmış.(Bu kız beni öldürecek, sabah sabah üşenmemiş kalkmış poğaça yapmış yaa, hep böyle bu! Diyorum ona da, senin vakt-i zamanın geldi, bir an evvel evlenip çoluk çocuğa karışman lazım diye ama işte… Önemli not: Adaylar için Ayt’ın telefon numarası: 0555 857 …) Ben de onlara gittim doğruca. Poğaçalarımızı lüplettikten sonra evden çıktık. Planımız deniz kenarında yürüyüştü. Onların evi Hisarüstü’nde ve Boğaziçi Güney Kampüs’e çok yakın. O yüzden biz de kampüsün içinden Bebek’e doğru süzüldük. Kampüsün içindeki o yol çok güzel zaten, yemyeşil ağaçlarla dolu kocaman bir cangıl. Böylece doğa yürüyüşümüzü de yapmış olduk.


Hava çok sıcaktı. Tabi özlediğimiz bu sıcaklığı sevinçle karşılıyorduk. Müg de bir ara yukardakiyle hava sıcaklığı pazarlığı yapmaya başladı: Allah’ım, bugünkü sıcaklık değil ama bunun birkaç derece altı çok iyi, tam ideal sıcaklık, hep böyle olsun hava. Zaten hayatımda şu an her şey yolunda değil, teselli hediyesi olarak böyle bir şey alsam olmaz mı? Hem dünyada sürekli yaz veya sürekli kış olan yerler var, burası da sürekli bahar oluversin, diyordu. Sonra böyle yerlerin zaten olduğunu mesela California’nın hep baharı yaşadığını söylediler. Bende hemen o günkü sunumumun yan etkileri baş gösterdi ve California’nın bor çıkarımında önemli bir yer olduğu, Türkiye’de ise Balıkesir, Kütahya ve Eskişehir’in önem arz ettiğini söyleyerek onları aydınlıklara gark ettim! Tabii ki sonra laf Balıkesir’e ve benim Balıkesir milliyetçiliğime geldi. Ama n’apayım yani bir başkadır benim memleketim, seviyorum kendisini, sevmek suç mu?  Tamam belki büyük, süper muhteşem bi yer değil ve merkezinde deniz de yok ama evim, ailem orda, 18 yıl orda yaşadım ben, sadece memleketim olması onu sevmem için yeterli bir neden. Sonra Müg, Birsen Tezer’in ‘Seni sevdiğimdendir gelirim ben bu yere’ diye başlayan Balıkesir şarkısını söylemeye başladı. Ben de hemen -hazır  yerel milliyetçiliğim kabarmışken- Balıkesirli olmayanlar o şarkıyı anlayamaz dedim. Çünküü, Balıkesirli olmayan, şarkının ‘Dağlar bilmez, bağlar bilir, orman bilmez, Başçeşme bilir’ sözlerindeki Başçeşme’nin mezarlık olduğunu bilmez. Ne kadar şanslısınız ki benim gibi bir arkadaşınız var da bu önemli bilgiyi öğrenebildiniz dediğimdeyse Ayt bana hak vererek bunun özellikle kendisi için çok faydalı olduğunu, bilmediği bir şarkıda geçen kelimenin gerçek manasını öğrenmenin hayatında nasıl bir dönüm noktası yarattığını, bana her zaman müteşekkir kalacağını belirtti.
Bebek’ten Beşiktaş yönüne doğru yürümeye başladık. Arada yorulunca da banklara oturup dinlendik, fotoğraf çektik, oltayı bir türlü düzgün atamayan, attığında oltayı bir yerlere takmayı başaran, sonra da onu kurtarmaya çabalayan genci izleyip eğlendik. Arnavutköy’e varınca Müg bize ilginç dondurmalar satan bir dondurmacıdan dondurma ısmarladı. Yoğurtlu, nutellalı, tiramisulu, tarçınlı gibi bir sürü ilginç dondurma çeşidi satılıyor burada. Hepsi tamam da yoğurtluyu hayal edemiyorum bir türlü, nasıl yani yoğurtlu, niye yoğurtlu dondurma yenilmek istensin ki, çok saçma ama denese miydim keşke.


Biraz daha yürüdükten sonra bir çocuk parkında tahteravalliye binip, egzersiz aletlerinde sallanarak eğlendik. Sonra yürümeye devam ettik. Köprünün altından geçerken dilek tutmayı da ihmal etmedik. (Acaba ne tuttuk-çok zor bi tahmin!) Sonra biraz da Ortaköy’de oturduk. Haftaiçi olmasına rağmen güzel havanın etkisi ile baya kalabalıktı. Papyonlu bir kedi gördük çok tatlıydı. Her yeri simsiyah, sadece boynunda papyon gibi bir beyazlık vardı, çok şıktı doğrusu!
Sonra Ortaköy’den kalkıp son yürüyüşümüzü Beşiktaş’a doğru yaptık. Her zamanki gibi araçlar trafikte kilitlenmişti, zaten Ortaköy-Beşiktaş arasının açık olduğunu hiçbir zaman görmemiştik. Beşiktaş’a vardığımızdaysa (batarken ardında güneş tepelerin) gelmişti veda vakti. Ayt ve Müg’den ayrılıp otobüse bindim ve eve gittim. Eve vardığımda uykusuzluk ve yorgunluktan ölmüş vaziyette olsam da keyifli bir gün geçirmiş olmaktan dolayı mutluydum. Buketse zavallım evde ders çalışmaktaydı. Onun odasındaki koltuğa attım kendimi, sırt üstü uzandım. Bir yandan da Buketle konuşuyorduk. Sonra ben bu arada uyumuşum, çok kısa bir an ama. Buket’in, elektrik kaçağı bla bla bla diyen sesiyle birden uyandım. Neymiş, ne olmuş diye sordum. Buket, nasıl yaa uyuyo muydun sen, ben boşuna mı anlattım şimdi, dedi. Meğer bana okuduğu bir haberi anlatıyormuş.
Odama gittim. Aslında dediğim gibi çok uykum vardı ama bugünü yazmak istedim unutmadan. Buraya yazayım ki balık hafızamdan silinse bile bakınca hatırlayabileyim dedim. Gerçi yazarken yine uyuyakalmışım, ertesi gün tamamlayabildim ancak.
Son sözüm (evet sevinebilirsiniz, sonrasında azad ediyorum sizi): Bu da böyle bir günümdü işte dostlar…

Not: Bahsi geçen gün 25 Nisan Çarşamba (Niye yazdıysam, çok önemli bir ayrıntıymış gibi! İçimden geldiyse demek ki...)

* İlk resmi internetten buldum, Francisca Simon'un Örümcekli Okul adlı bir kitabına aitmiş. İkinci ve üçüncü ise Ayt'ın gezimiz esnasında çektiği fotoğraflar.

25 Mart 2012 Pazar

Tişkürleeer*

Geçenlerde, bir cuma gecesi, arkadaşlarla kop kopa gidelim dedik. Arkadaşlarım benden önce buluşmuş, bir yerde oturuyorlardı. Ben de onların yanına gitmek üzere İstiklal’de  yürüyordum. Üzerimde kısa bir elbise vardı. Bu nedenle yürürken doğal olarak (buradaki doğalı normal anlamında değil, ‘maalesef ki alışılmış olan’ anlamında kullanıyorum) erkek cinsinden bir takım bireylerin öküz bakışlarına veya laf atışlarına (ki bunlar tam anlamıyla taciz demek oluyor aslında) maruz kalıyordum. Birçok kadının günlük rutininin bir parçası olan, bunları görmeyip duymadığını varsayarak moralini bozmama stratejisini uygularken, bir yandan da bu tür üyeleri içinde barındırdığı için erkek cinsinin topunun köküne kibrit suyu dökmemeye çalışıyordum. Bu sırada, ben yürümeye devam ederken, biri sırtımdan çok ısrarlı bir biçimde dürttü. Ben de herhalde tanıdık biri falan diye düşünüp arkamı döndüm. Bir adam ‘Bir dakika bakar mısınız’ dedi. Ki bunu dediği anda zaten dönmüş ona bakıyordum. Bir süre anlam veremeden baktım öyle. Satıcı, anketör vs. olsaydı muhtemelen bu boşluğu hemen konuşmaya başlayarak doldururdu, o bir şey demedi. Bense  ‘Hayır, teşekkürler’ deyip yürümeye devam ettim. Adamın amacı neydi bilmiyorum ama burda benim takıldığım nokta şu oldu: Neye hayır dedim ve adama niye teşekkür ettim? Bunu düşünüp baya bi güldüm kendi kendime. Ve aslında bu teşekkür etme eylemini beklenmedik bir zamanda konuşmak zorunda kaldığım tanımadığım kişilere diyecek bir şey bulamadığımda otomatik olarak yaptığımı fark ettim.

Yiğit Özgür'ün karikatürü

Şöyle ki, yine geçenlerde, bir otobüste oturmaktaydım. Sonra yanında iki çocuğuyla bir kadın binince ona yer vermek istedim ve ‘Oturmak ister misiniz?’ dedim. Kadın ‘Yok’ dedi. Ben de ‘Peki, teşekkür ederim’ dedim. Tabi sonra yine bir kopuş bende… Hayır, sen niye teşekkür ediyorsun, sanki o sana yerini verdi! Teşekkürümü yanımda oturan arkadaşım duymamıştı, ben de çaktırmadan, öhöm, şeklinde devam ettim. (Tamam Ayt, okuyorsan gülebilirsin şimdi!) Hee bi de sonra başka biri aynı kadına benim başarısız teşebbüsümün hemen ardından yer verdi ve kadın bu kez oturdu. Ben de niyeyse sinir oldum bu duruma (Ben yer verince niye oturmuyosun haa, haa? O daha mı güzel yer gösterdi, niye oraya oturdun?), bana neyse, manyak mıyım neyim. Ama evet, yer verdiğimde oturmayan (özellikle yaşlı amcalar sözüm size) kişilere sinir oluyorum! Yaşlılara toplu taşıma araçlarında yer verilmelidir şeklinde genel bir görgü kuralımız var, ki ben bunu oldukça mantıklı buluyorum. Çünkü yaşlıların bir çoğunun özellikle bacaklarında sorunlar baş göstermiş oluyor, hareket eden bir otobüste ayakta durmak onlar için çok daha yorucu bir görev. Bu nedenle bu kuralı destekliyorum. Bir de tabi dizleri ağrıyan kendi babaannemi düşünüp empati kuruyorum, onun ayakta kalmasını istemezdim mesela. Ama özellikle bazı yaşlı amcalar yer verdiğimde oturmayınca kızıyorum onlara. Çünkü sonrasında başka yaşlı insanlar geldiğinde reddedilme korkusuyla (ehe, bu da komik bi tabir oldu) onlara yer verip vermeme kararsızlığı yaşıyorum. Bu kez de, ‘yaşlılara yer vermeyen günümüzün sorumsuz genci’ etiketini üzerime gözleriyle bir güzel yapıştıranlar oluyor, n’apacağımı şaşırıyorum. Öte yandan aynı şeyi ben de erkekler bana yer verdiğinde yapıyorum ve oturmuyorum. Bu duruma onlar da bozuluyorlardır eminim. Üzgünüm ama bu gerçekten çok saçma, aynı yaştayız, hiçbir farkımız yok, sırf kadın olduğum için bana niye yer veriyorsun, kibarlık değil ki bu! Kapıdan geçecekken kadınlara (dikkat ediniz bayanlara değil!) öncelik verilmesinin de kibarlık olmadığı gibi. Ataerkil toplumun ürettiği saçma bir gelenek sadece.

Benim şu an Mikrobiyal Metabolizma ve Moleküler Tıp vizelerime çalışıyor olmam gerekiyordu. Havanın mis gibi olduğu bu güzel haftasonunda kendimi eve kapattım, sözde ders çalışıcam. Ama ben n’aptım, dün bir sürü blog yazısı okudum, şimdi de zihnimi kurcalayan saçma sapan şeyler hakkında yazı yazıyorum. Aferin bana! Kendime çok teşekkür ediyorum?!  



*Bizim eve su getiren çocuk da 'Tişkürleeer, iyi günleeer' diyo giderken, çok şeker :)

Yine/Çavreşamin

Ben de öğreneceğim o dili. Seni sevgi sözcüklerine boğabilmek için. Hem belki böylesi daha kolay olur benim için. Ben söyleyemem sevgimi, bilirsin... 
Sen yine buradan geçeceksin. Ben yine seni görmeden boşluğa el sallayacağım. Hatırladıkça bu anıyı, içim acıyacak. Beni en çok acıtan şey bu anı olacak, o anki masumiyetin... Gülümseyeceğim aynı zamanda. O an senin de beni düşündüğünü düşleyeceğim. 
Bu kez kabul edeceğim, yağmurda şemsiyesiz yürümeyi. Düşümde dolaşacağız birlikte yağmurda ve İstiklal'de. Sen bana kalpli şeker alacaksın yine. Ben saklayacağım onu ömür boyu, erise bile. 
Kokunu yakalamaya çalışacağım her yerde. Saçı uzun herkesi sen sanacağım. Bir gün sana rastlamak umuduyla yaşayacağım. 
O an geldiğinde de ya sen kaçacaksın yine ya da ben saklanacağım.

29 Şubat 2012 Çarşamba

Masal Olsam

İhsan Cemal Karaburçak

Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde… İnsanların televizyon başında pineklemekten vazgeçip, level atlayarak, bilgisayar başında feysbuk sayfasını yenileme mertebesine ulaştığı ve kendilerine yükledikleri bu kutsal görevden bıktıkları halde usanmayarak, kitap okumaya vakit bulamamaktan yakındıkları zamanlarda… Dersaadet’in güzide bir mahallesindeki minik ve sevimli evinde oturan 23 yaşında küçük bir kız varmış. (Bu küçük kız yakında ufalıp cebe girmeyi düşünüyormuş. Ama o büyük değilmiş ki işte! Daha kol çantası, nam-ı diğer ‘kadın çantası’, bile takamıyormuş koluna. Kaplumbağa gibi sırt çantasıyla dolaşıyormuş hep. O olmayınca kendini eksik hissediyormuş. Azıcık bile olsa topuklu ayakkabı da giyemezmiş zaten, çıkardığı tak tak sesini de sevmezmiş hiç. Kırmızı oje de sürmezmiş, nerde cart ve garip renkler varsa onları sürermiş tırnağına-karalar bağlamış kıyafetlerinin aksine. Hem büyük olsa diğerleri gibi evlilik hayalleri falan da kurması gerekirmiş artık. Oysaki o kendini evli olarak hayal bile edemiyormuş. Büyüyünce, yani 40-50 yaşına gelince falan belki olurmuş ama o da çok belkiymiş... Zaten bazı insanların dünyaya yalnız olmak için geldiklerini düşünürmüş-herkes çift olacak değil ya!-ve kendisinin de bu seçilmişlerden(!) olduğuna inanırmış. Ama dünyaya geliş yolculuğunda da yalnız olduğunu düşününce, yolculuktan yalnız dönmek fikri de korkutucu gelmiyormuş ona. Öteki türlüsü de çok mümkün değilmiş zaten, çünkü beceriksizlikte bu konuda da üstüne yokmuş. Ne sevmeyi becerebilirmiş doğru düzgün ne de sevilmeyi. Daha çok sevilmeyi…) Parantezlerin içine saklarmış söyleyeceklerini. Bir açabilse o parantezi, anlatırmış uzun uzun. Ama çoğu zaman sakınırmış o parantezi açmaktan. Saklanmak çoğu zaman çok saçma bir biçimde ona erdem gibi gözükürmüş.

İhsan Cemal Karaburçak

Oturduğu mahallenin cumbalı, işlemeli, dip dibe evleri, upuzun sokakları varmış. Mahalle sakinleri üst katlardan bakkala sepet sarkıtırlarmış. Tek yönlü dar sokakların bir tarafı hep park etmiş arabalarla doluymuş. Bu arabaların üzerine tembel kediler uzanır, huzurlu uykularıyla insanları kıskandırırlarmış. En çok istediği şeylerden biri penceresine koyacağı kırmızı bir sardunyaymış. Tam sardunya koymalık bir penceresi varmış çünkü! Baharı bekler dururmuş bu yüzden. Sanki o sardunya olsa penceresinde, her şey düzelecekmiş. Daha önce olmasını istemiş aslında ama olmamış işte. Belki de olmaması gerektiği içinmiştir. Zaten geçmiş artık, sardunya hayali yeni bir bahara kalmış.
Bilmediği sokaklarda rastgele dolaşmak en sevdiği şeylerden biriymiş. Bazen çıkar kaybolurmuş sokaklarda. Güzel evleri, ağaçları, sokak lambalarını incelermiş. Sokaklarda birden karşısına çıkan upuzun merdivenlere bayılırmış. Eski bir sevgiymiş bu. O merdivenleri koşa koşa tırmanmak gelirmiş içinden. Büyük bir coşkuyla başlarmış çıkmaya. İlerlerken içindeki istek bitmezmiş hiç, aksine gittikçe artarmış. Ama bir yere kadar ilerleyebilirmiş hep. Yorulurmuş çünkü, takati kalmazmış tırmanmaya. Sonra çıktığı o basamakları bir bir, ağır ağır iner ve yoluna kaldığı yerden sessizce devam edermiş.     

İhsan Cemal Karaburçak

Bu minnacık kızı çevresindekiler hep sessiz, sakin, kibar gibi kelimelerle tanımlarlarmış. Haksız da değillermiş hani, öyleymiş çünkü. Kötü söz söylemekten sakınır, kaba olmaktan korkarmış. Ama bu kız içinden kendi kendine konuşurken-kendisiyle konuştuğuna göre hafif de sorunlu falanmış herhalde- kendine günlük hayatında lügatında bulunmayan ‘lan’ sözcüğüyle hitab edermiş! Bunu keşfettiğinden beri de bilinçaltında yatan ve muhtemelen gerçek evrendeki benliğinin zıttı olan kendisinden korkar olmuş. Görünürde var olan benliğine bayıldığından değilmiş tabi bu korkusu. Sadece çaresizliktenmiş. N’apsın, o da böyleymiş işte… ‘Kendini seçemiyorsun, bırakıp kaçamıyorsun’ diyormuş, son zamanlarda kıymetini anlamaya başladığı Sezen Aksu’nun dediği gibi. Sadece kendine katlanmaya çalışıyormuş.  
Gelecek kaygısından ziyade şimdiki zaman kaygısı varmış onun. Aslında geçmişte kalmış olmayı tercih edermiş. Bu masala konu olma sebebi de buymuş zaten. Böylece gerçek olmamış olacak ve varlığını kabul etmek zorunda olmayacakmış. Gökten üç elma düşecekmiş ya sonunda, bu kız da üç dilek dilemiş: Azıcık özgüven istemiş kendine, eser miktarda da olsa yetermiş ona. Sonra konuşabilmek için kelimeler istemiş, kendini anlatabileceği. Üçüncü dileği gururunun biraz eksilmesi olacakmış ama gururu buna izin vermemiş.

23 Ocak 2012 Pazartesi

Çelişkiler

Şekil A: 'İnsan doğanın parçasıdır' posteri
İnsan çelişkili bir varlık. Nerden mi biliyorum? Ben de insanım ya hani, ordan yola çıktım... Bu durumda tek bir denek kullanarak yaptığım gözlemden hareketle nasıl böyle bir genelleme yapabiliyorsun, bir bilim insanı adayı olaraktan bu cümlenden utanmalısın diyebilirsiniz. Tamam şu an utanıyorum... Utandım. Heh ne diyordum, insan çelişkili bir varlık. Mesela böyle bir genelleme hem yapılabilir hem de yapılamaz. (İşte bahsettiğim şey bu!)
Daha geçenlerde nokta nokta ile tartıştık mesela, insan doğanın parçası mıdır? Ben bu soruya evet cevabını verenlerdenim. Çünkü en başta eşitlik diye bir prensibim var. Biz niye diğer canlılardan üstün olalım ki, ne farkımız var onlardan? Bu soruya verilen en popüler cevap zeka oluyor, tahmin edebileceğiniz gibi. Ama bu durumda zekayı nasıl tanımlıyoruz, ona bakmamız gerekiyor. Mesela Vikipedi zekayı, zihnin öğrenme, öğrenilenden yararlanabilme, yeni durumlara uyabilme ve yeni çözüm yolları bulabilme yeteneği olarak tanımlıyor. Ama bu saydıklarımızın hepsini en basit canlılar bile (nasıl ezdim, nasıl ezdim…) yapabiliyor. Her ne kadar zekayı insana atfetsek de, tanımını ayırıcı olarak belirleyemediğimizden insanı bir üst konuma yerleştiremeyiz-ki bence yerleştirmeyelim de zaten. Pek çok olaya bakış açımızın aşırı derecede insan merkezli olduğu aşikar. Doğadaki her şeyin bizim kullanımımız için olduğu düşüncesi var kafalarımızda. Ama olaya farklı bir bakış açısıyla yaklaştığımızda, bir hocamızın dediği gibi, bir bakteri de bizim varlığımızı, üzerinde yaşanacak bir yüzey olarak tanımlıyor olamaz mı? (Bu bakteriler de az değil haa, nasıl aşağıladı beni hemen.) Bu yaz katıldığım, Kaçkar Dağları Milli Parkı’nda gerçekleşen Tübitak’ın Ekoloji Temelli Doğa Eğitim Kampı’nda da gruplara ayrılarak ‘İnsan doğanın neresinde?’ başlıklı bir poster hazırlayıp sunmamızı istemiştiler. Bizim grubun kafa yorduğu konu yine buydu ve vardığımız sonuç ‘İnsan doğanın bir parçasıdır’ olmuştu. Hazırladığımız posteri de Şekil A’da görebilirsiniz. Kendi posterimiz diye söylemiyorum ama, çok sevmiştim bu posteri-hem görsel açıdan hem de fikri açıdan. Gelelim buradaki çelişki meselesine… Madem insan diğer tüm canlılar gibi doğanın bir parçası ve onlarla eşit, bu durumda insanın yaptığı her şeyi de, tıpkı diğer canlılarda olduğu gibi, doğal görmemiz gerekmez mi? Doğada insan kaynaklı aşırı bir kirlenme söz konusu. Ama bu da insan varlığının doğal bir sonucu değil mi zaten? Nasıl ki herhangi diğer bir canlı, yaşam aktivitesi sonucu oluşturduğu bir ürün için acaba doğaya zarar verir miyim, miktarını falan mı azaltsam acaba gibi kaygılar gütmüyorsa, biz niye güdüyoruz? Ama bu durumda da doğaya verdiğimiz zararı normalleştirmiş ve doğayı korumamıza gerek yok gibi saçma sapan bir sonuca ulaşmış oluyoruz. Napçaz?     
Sonra mesela herkese karşı iyi olmak meselesi var. Ben şahsen bunun için uğraşıyorum, kimseyi kırmamaya çalışıyorum, çoğu zaman anlayış göstermeye çalışıyorum insanlara. Ve çok şükür yakın çevremde de bunu yapmama değecek değerlilikte insanlar var. (Açıkçası diğer türlülerini yakınımda barındırmamam, onlardan uzak durmaya çalışmamın doğal bir sonucu olarak.) Ama ne yazık ki insanlardan izole bir biçimde yaşamadığım için herkes gibi ben de günlük hayatta çok yakın olmadığım birçok insanla iletişiyorum. Aslında insanlarla iletişmeye bayılmayan, annemin deyimiyle tam bir güre olsam da, ‘ne yazık ki’yi bu cümlede kullanmam doğru olmadı. Doğru ‘ne yazık ki kalıbı’, bu insanlardan bazılarının kötü niyetli olduğunu belirten cümleye koyulmalıydı. O zaman şöyle diyeyim: Bazı insanlar ne yazık ki kötü niyetli oluyor ve karşılarındaki insanla alay etmek onlara büyük zevk veriyor. Onu kırarmış, incitirmiş hiiiç umurlarında olmuyor. Şimdi ikilemde kaldığım mevzuya gelirsek, ben bu insanlara hala iyi ve kibar davranmak zorunda mıyım? Sömürüleceğimi bile bile… Bu ahlaki prensibim yüzünden hala ona kibar davranmak zorunda hissetmem neticesinde, beni bile bile düşürdüğü bu zor durumdan aldığı zevki yüzündeki pis sırıtıştan okuduğum bu insana nasıl davranmalıyım? (İçimde amma nefret biriktirmişim haa, kendimden korktum bi an!) Yaradılanı sev yaradandan ötürü diyor ya Yunus Emre, ama işte her zaman mümkün olmuyor bu. Ne kadar istesem de bazı insanları sevemiyorum. Gerçi şu da var bir insana mutlak iyi ya da mutlak kötü diyemeyiz hiçbir zaman. Çünkü insan, y ekseninin hem pozitif hem de negatif tarafında salınan bir eğri grafiği gibidir. İntegralini aldığın küçük zaman parçalarına göre iyiliği ya da kötülüğü değişir. (Fark ettiyseniz iyilik-kötülük kavramlarının sorgulanmasına ruh ve beden sağlığımızı koruyabilmek adına hiç girmiyorum, iyi iyi işte, kötü de kötü, bu kadarla yetinin kardeşim!) Yani iyi dediğim, sevdiğim insanların kötü olarak nitelendirebileceğim, sevmediğim eylemleri olduğu gibi, integralin alt ve üst zaman sınırını değiştirdiğimde sevmediğim insanların da sevdiğim yönleri olabiliyor. O zaman ben de gördüğüm muameleye göre mi ayarlamalıyım davranışlarımı? Ama o zaman da çok kaypak olmaz mıyım? Ne olursa olsun benim iyi yaklaşmaya çalışmam değil mi bana düşen? Çok mu ahlakçıyım böyle de? Bilemiyorum…

Watson & Crick
Rosalind Franklin
Benzer bir çelişkiye, çok iyi işler yapmış, takdir edilesi insanların, insani yönü zayıf açıklamalarda bulundukları anlarda da düşüyorum. En belirgin örnek olarak James D. Watson’ı verebiliriz. Watson amca 1954 yılında Francis Crick ile birlikte DNA’nın çift sarmal yapısını keşfetti. (Eee Nobel’i de kaptı tabii sonra, çakaaal!) Afferim ona, helal olsun koçum falan diyorsun tabi en başta, yıldızlı 5 Pekiyi Aferin vermek geliyor içinden, adam bulmuş yani… Ama sonra bu adamın yaptığı açıklamalara bakıyorsun ve pufff! Onun, gözünde büyüttüğün bilim insanı kimliği, bütün o saygın-sevgin bir anda yok oluveriyor. Watson amca dedik bağrımıza bastık ama o da ayrımcı çıktı, gel de sev şimdi bu adamı! Duyduğuma göre bu muhterem, gittiği seminerlerde Rosalind Franklin (ki kendisi DNA’nın X ışını kırınım görüntüsünü elde eden bilim insanıdır, Watson ve Crick bu görüntüden yola çıkarak DNA’nın yapısını bulmuş lakin onun adını anmayı unutuvermişler) ile ilgili sorulara kendince ne kadar muzipşinas olduğunu kanıtlamak için ‘Yaptığı kurabiyeler güzeldi’ gibi dahiyane(!) espriler ile yanıt veriyormuş. Ne kadar yaratıcı ve zekice değil mi?! Diğer birçok erkek ve diğer birçok kadının (çünkü kadınları aşağılamaya çalışanlar ne yazık ki yalnızca erkekler değil, birçok kadın da buna dahil) da yaptığı gibi zeka yoksunu açıklamalarla (ve evet bunlara da genelde sinir bozucu bir sırıtış eşlik eder) erkekliği bir halt formuna sokma çabaları… Yalnızca kadınlara yönelik ayrımcılık yapmakla da kalmıyor kendisi, aynı zamanda ırkçı da. Ayrımcılık konusunda hiç ayrımcılık yapmıyor yani! Ona göre siyahlar beyazlar kadar zeki değilmişmiş mesela… Aslında buna örnek olarak Türkiye’den, çok tanınan, birçoklarınca baş tacı edilen bir hocayı da verebilirdim (Tabiatperest diyeyim siz anlayın mesela). O da biyofaşistgillerden. Onun da bilgi birikimine, sorulan birçok soruyu duraksamadan cevaplamasına saygı duyarım ama ‘Öyle her(!) insanın kendi kafasına göre üremesine izin verilmemeli’ gibi cümleler kurunca gözümdeki bütün değerini yitiriyor tabi. ‘Pardon da, yetkili mercii siz mi olacaksınız böyle bir durumda ve hangi hakla?’ diye sormak istediğinizde de alacağınız cevap Watson’ınki gibi bir aşağılama olacaktır ancak çünkü onlar tartışmasız bilir kişilerdir hep, siz ise onlar haricindeki insanlardan biri olarak sıradan bir hüküm uygulayıcı. İşte böyle kişileri de ne yapmalı şimdi? Onları sevmek ve sevmemek arasında yine çelişkilere gark oluyorum. (Ama itiraf edeyim kitlesel bir insan düşmanlığı yapan böyle kişilerde sanırım sevmeme yönüm daha ağır basıyor. Ama yine itiraf etmeliyim ki bu insanlar günlük hayatımın dışında yer aldıkları için sevmeme yönüm daha ağır basabiliyor, galiba günlük hayatımda yer alan insanları ne olursa olsun sevmeye mecbur hissediyorum.)  
Aaah ah, daha ne çelişkilerim var bilseniz… İnsan yaşar da çelişki biter mi hiç. Daha aile, sevmek (Burada aşk demeye korktum nedense) ve yalnızlıkla ilgili düştüğüm çelişkilerimden (Bendeki de nasıl bi sahipleniştir bu çelişkileri? Neredeyse canım, ciğerim, benim sevgili biricik çelişkilerim diyeceğim, yuh!) bahsetmedim bile. Belki onları da başka zaman anlatırım. (Tabi canım, hı hı, ertele sen yine, biz de yedik.)