Son zamanların yaşıtlarım
arasındaki en popüler konusuna yeniden geri dönüyorum. Belki de kendimi
tekrarlayacağım ama olsun. Peki konumuz ne mi? Büyümek… Hepimiz şu an büyümüş
olmanın şaşkınlığı içerisindeyiz. Ne ara oldu bu iş? Niye kimse bize söylemedi?
Niye kimse uyarmadı? 'Dikkat dikkat sayın 1988 doğumlu ... ..., yetişkinliğe doğru son hızla yol almaktasınız, güvenliğiniz için lütfen en kısa
sürede müsait bir yerde sağa çekiniz veyahut en yakın kavşaktan U dönüşü
yaparak çocukluğunuza dönünüz.' Gerçi bunu söyleseler ne olacaktı ki? Çıkmışız
bir kere yola, dönmek ne mümkün!
Hayatımda (Evet, ben bir
bireyim ve benim de bizzat kendime ait bir hayatıM var, bunu söyleyebilmeliyim
artık. Lisanstayken yurtta kalıyordum ve ortak mutfağımızda bir kızın bir
arkadaşına ‘Hayatımda hiçbi şey yolunda gitmiyo yaa, üff’ şeklindeki
yakınmasını işitmiştim. Ve hayretler içerisinde kaldığımı hatırlıyorum. Onun
bir hayatı vardı. Hayat, ona aitti. Hayatım demişti, sahiplenmişti onu. Ya ben?
Benim var mıydı iyelik eki takıp sahiplenebileceğim bir hayat? Herkesin
olduğuna göre, benim de vardı şüphesiz. Ama hayata hayatım diyebilmek bile
başlı başına bir büyümüşlük göstergesi gibi gelirdi bana. Ya da sadece çok
önemli kişiler hayatım deme ayrıcalığına sahip olabilirmiş gibi düşünürdüm. ‘Öyle
değil ama, öyle değil. Bunlarla bi ilgisi yok, herkesin var sahip olduğu bir
hayat’ şeklinde kendime yaptığım telkinlerle hala zorlanarak kullanmaya
çalışıyorum bu kelimeyi, neyse) bazı radikal değişiklikler oldu bu arada. Sanırım
önce ondan bahsetmeliyim. Şöyle ki, artık iş güç sahibi bir insanım. Şu an İ.Ü.’nde farklı bir bölümde araştırma görevlisi olarak çalışmaya başladım ve tabii yine bu alanda yüksek
lisansa başladım. Genetik’teki yüksek lisansımın akıbeti ne olacak ben de
bilmiyorum henüz, belki bir ara fırsat bulup onu da bitirebilirim diye ümit
etmekteyim. Neyse işte, bilgilendirme bölümünü de geçtiğimize göre anlatmak
istediğim kısma gelebilirim artık. Şimdi ben Ar. Gör. oldum ya, Tıp
öğrencilerinin pratik derslerine asistan olarak giriyorum. Öğrencilere
incelemeleri gereken 10 tane örnek dağıtıyoruz. İlk bir
saat hoca projeksiyon aletiyle kendi mikroskobunda çalıştığı örnekleri
öğrencilere gösteriyor, şu örnekte şu yapıyı, bunda ise bunu göreceksiniz
şeklinde. İkinci saatte ise öğrenciler kendi ellerindeki örnekleri inceleyerek
bu yapıları bulup çizmeye çalışıyorlar. Bulamayınca haliyle bizden yardım
istiyorlar, seslenirken de ‘hocam’ diyorlar, ben yine şaşırıp kalıyorum, ‘Ben
mi, hoca mıyım ben yani şimdi’ diye. Yakında da sınav gözetmeni olacağım
başlarına. Böyle işte, büyüdüm de bir nevi hoca bile oldum. Ne ara gelebildim
bunları yapabilecek yaşa? Ben hala o öğrencilerin yerinde görüyorum kendimi. Öyleyim
de aslında ama hem de değilim bi yandan. Off çok karışık bu işler…
Bunları düşününce Oğuz
Atay’ın Tehlikeli Oyunlar’daki sözleri geldi aklıma. (Önemli not: Kitabı
okumanız kadar Seyyar Sahne’nin sergilediği oyunlaştırılmış halini de izlemenizi
şiddetle tavsiye ediyorum. 130 dakika süren bu tek kişilik performansta Erdem
Şenocak harikalar yaratıyor. Ben 3 kez izledim!) Kitabın kahramanı Hikmet Benol.
Karısından ayrılıp bir gecekonduda yaşamaya başlıyor. Diyor ki:
Oysa, bu şirin bölgenize
ilk geldiğim gün albayım, çocuklar benimle ilgilendiler: Çevreme toplanıp, ‘Adama
bak’ dediler. (Artık çok genç bir insan olmadığımı belirten bu ‘adam’ sözü beni
biraz üzüyor. Belki, kendini genç hissetmek isteyenler için başka bir kelime
bulunabilir, ne dersiniz?) Otobüste de şoförün yanında durmayı seven mektep
çocukları, ben ön kapıya doğru yürüyünce, birbirlerine, ‘Adama yol verinde
geçsin’, diyorlar. Fakat mahalle çocuklarının ilgisi başkaydı: ‘Bütün gözler
ona çevrilmişti’ diye yazarlar ya kitaplarda romancılar, ben bir yere girince
bana öyle bakılsın isterim. Çocuklar bunu anladılar; hepsi de yeni bir ‘adam’
geldiğinin farkındaydı. Ben de onların yaşındayken ‘adam’ olmak hayata atılmak
istiyordum. Önce hayata atıldım. Fakat bunu nasıl yaptığımı bir türlü
anlayamadım. (Bir durumdan başka bir duruma nasıl geçtiğimi zaten bir türlü
kavrayamam. Mesela, karanlıktan sonra birdenbire nasıl aydınlık olur, albayım?
Siz hiç görebildiniz mi?) Herhalde bir süre, hiç kımıldamadan beklemeliydim;
sonra hayata yavaş yavaş atılmalıydım. Oysa bana birdenbire işte evlendin ya,
hayatını kazanıyorsun ya, o halde hayata atıldın, dediler. (Tam atıldığım
sırada söyleselerdi ya.)
Yavaş yavaş atılamıyoruz
işte hayata. Her şey birdenbire, pat diye oluveriyor anlamadan. Bize düşen ise ne
kadar yaşlansak da büyüdüğümüze inanamadan, ‘Nasıl ya?’ diyerek şaşkınlık
içerisinde geçen yıllara bakakalmak oluyor.