1 Aralık 2010 Çarşamba

Yoncanın Uğur Getireni Kaç Yapraklıydı?


Geçen gün yurda dönerken yolun kenarında bir sürü üç yapraklı yonca gördüm ve dedim ki, aaa hani yoncanın üç yapraklısı az bulunuyordu da görünce şans getiriyordu! Ya ben çook şanslıyım ya da üç yapraklı yoncanın az bulunduğu falan yok, çocukluğumuzdan beri kandırılmışız meğer, bu da mı yalanmış, daha neler görücez şu dünyada cık cık cık, diye söylenerek ilerlerken birden dank etti bana: Az bulunup şans getiren dört yapraklı yoncaydı! Tabi sonra hemen kendi içimde bir ’hmm pekii, oolldu o zamaan’ anı yaşayarak ve kendi salaklığımın ardından yine kendimden saklamaya çalıştığım bir kikirdeme sonrasında olayın üzerini kapattım. Tamam, bir kereliğine böyle bir salaklık kabul edilebilirdir ama ya sonrasında birkaç kez daha üç yapraklı yoncaları gördüğümde olayın aynı şekilde vuku bulmasına ne demeli? Ah bu ben… 

21 Kasım 2010 Pazar

Bir Gün Her Şey Ama Her Şey Ama Her Şey Her Şey Son Bulsun


Hadi müzük dinleyelim! Ben sevdim Multitap'in Pul'unu. Siz de sevin.

Not: Yoo yoo, hayır, ısrar etmeyin, bir pulunu çok sevdim, o beni hiç sevmiyor falan diyecek değilim gece gece. Tövbe tövbe...


Not2: Multitap'in diğer şarkıları da çok güzel. 'Battaniyem' mesela...

19 Kasım 2010 Cuma

New York'ta Beş Minare'den...


Geçen akşam, hazır Balıkesir’deyken-yani bilet fiyatları ucuzken- sinemaya gidelim dedik abimle. New York’ta Beş Minare’yi izlemeye karar verdik. Daha önce hiç Mahsun Kırmızıgül’ün filmlerini izlememiştim zaten, merak ediyordum.

Filmi genel olarak beğendim, fena değildi. Zaten Haluk Bilginer oynuyor, ki ben ona bayılırım. Bi de filmdeki dil, din, ırk fark etmez, hepimiz kardeşiz teması güzel. Neyse, filmi yorumlamak tanıtmak falan değil zaten amacım. Sadece beni etkileyen bir sahneyi paylaşmak istiyorum.

Filmde Danny Glover, sonradan Müslüman olan bir Amerikalıyı canlandırıyor. Ve bir yerde şöyle diyor: Doğduğumuzda ezanımız okunur ama namaz kılınmaz. Öldüğümüzdeyse ezan okunmaz ama namazımız kılınır. Bunun nedeni nedir? İnsan doğduğunda, ölümünde kılınacak olan namaz için ezan okunur. İşte insanın ömrü bu kadar kısadır.

Aras İstasyonu Maceralarım

Uyarı: Bu yazıyı abartaraktan birazcık uzun yazdım sanırım, ama sabredip sonuna kadar okuyana ödül var, benden söylemesi... :)


Geçen yıl Aralık ayında İTÜ’de, Ekoloji ve Evrim Kariyerleri adı altında düzenlenen, bu alanda çalışan bilim insanlarının gelip, ileride bu konularda çalışmayı düşünen öğrencilere, yaptıkları çalışmaları anlattıkları bir sempozyuma katılmıştım. Sunum yapan hocalardan biri Çağan Şekercioğlu’ydu ve bize KuzeyDoğa Derneği’nde yaptıkları heyecan verici çalışmaları anlattı. Ayrıca kuş halkalama istasyonlarına gönüllü olmak isteyen öğrencileri kabul ettiklerini söyledi. Yapılan çalışmalar çok ilgimi çekmiş ve beni heyecanlandırmıştı. İşte o günden itibaren KuzeyDoğa benim hayalim oldu. Gitmek için sabırsızlanıyordum ancak ilkbahar döneminde okulum devam ettiği için gidemedim. Güz dönemi için başvurduğumdaysa eylülün ortasına kadar istasyonlar doluydu. Ama bu deneyimi yaşamayı o kadar çok istiyordum ki okulun ilk iki haftasını ekmeyi göze alarak gitmeye karar verdim!
İlk birkaç günümü Kars’ta (Midnight Express adıyla anılan ve içinde kaç kişinin barınabildiği muamma olan, içerisinde gizli tüneller ve yeraltı bölmelerinin olduğuna inandığım Proje Evi’nde) ve (üzeri kuşlarla dolu muhteşem bir göl manzarasına sahip, gündüzleri çok sıcak, geceleri çok soğuk olan) Kuyucuk İstasyonu’nda geçirdikten sonra, asıl görev yerim olan Aras İstasyonu’na geldim.


Kuyucuk’tan sonra Aras oldukça yeşil ve sıcaktı. Burada sabah gün doğarken köydeki evimizden çıkıyor, yolumuzun üzerindeki iki adet su birikintisini, taşların üzerinden zıplayarak geçmemiz gereken zorlu bir yolculukla aştıktan sonra, halkalama istasyonuna varıyor ve gelen birbirinden değerli müşterilerimizi ağlardan toplamak üzere ağaçların arasına dalıyorduk. Ağların ilk kontrolüne sabah 6’da başlıyor, bir saat aralıklarla devam edip, son kontrolü de akşam 8’de yapıyorduk. Yakaladığımız kuşları torbalara koyarak halkalama karavanına getiriyorduk. Halkacımız, yakalanan kuşun morfolojik özelliklerine bakıp, (çeşitli uzunluk ve ağırlık) ölçümlerini alarak türünü belirleyip, bacağına halkalandığı yeri belirten bir halka takıyor ve sonra kuşu özgür bırakıyordu. Sabah ve akşam kontrollerinde müşteri sayısı oldukça fazlayken, kuşlar için şekerleme vakti olduğunu tahmin ettiğimiz öğle vakitlerinde işler kesatlaşıyordu. Bu da bize kitap okumak, kart oynamak, sohbet etmek, keşif gezilerine çıkarak maceraya atılmak ve birçok farklı canlı türü gözlemleyerek fotoğraf çekmek için yeterli zamanı yaratıyordu. Yapılacak tüm işleri (yemek, bulaşık, temizlik…) hep birlikte kolektif olarak gerçekleştirmemiz de çok keyifliydi.


Aras İstasyonu’nda ilk başta 7 kişiydik. Sedat, Merve, Lee, Meryem, Bilgesu, Efe ve ben. Daha sonra Meryemle Bilgesu gidince Esra geldi. Meryem ve Bilgesu İstanbul Üniversitesi Biyoloji bölümü 3. Sınıf öğrencileriydiler. Efe, Boğaziçi Psikoloji son sınıf öğrencisiydi. Merve, ki kendisi muhteşem yemekler yapan, istasyonun annesi konumunda olan, östrojen seviyesi tavan yapmış bir kişiydi, Pamukkale Üniversitesi’nde araştırma görevlisiydi ve bu yıl Boğaziçi Üniversitesi’nde modellemeyle ilgili bir araştırma projesine başlayacaktı. Esra, Gazi Üniversitesi’nde doktora yapıyordu. Çalışması kuş parazitleriyle ilgili olduğundan, o da halkalanan kuşlar salıverilmeden önce onlara masaj yaparak tüylerinden parazit örnekleri alıyordu. Esra’nın masajından sonra tüm kuşlar mayışıp kalıyorlardı. Hatta en çok ısıran kuşlardan biri olan Örümcek Kuşu bile onun elinden geçtikten sonra sersemlemiş, pamuk gibi olmuştu! Bazıları masajdan sonra bıraktığımızda o kadar mayışmış oluyorlardı ki, uçmuyorlardı. Böylelerine şekerli su takviyesi yapıp kendilerine gelmelerini sağlıyorduk. Tabi böyle masaj ve yemek servisi olunca halkaladığımız aynı kuşlar tekrar ağlara takılıyorlardı. Hatta bazıları arkadaşlarını da alıp Aras-Massage & Food Center’a tekrar geliyorlardı! Lee, annesi Fransız, babası İngiliz olan Kanadalı bir zoolog ve kuş aşığıydı. Lee tüm hayvanları çok seviyordu, sürekli onların peşindeydi, kurbağa, peygamber devesi vs. ne bulursa yakalayıp bize getiriyordu ama gözleri hep bir yandan gökyüzünde kuş arıyordu. Hatta daha sonra Taksim’de buluştuğumuzda, İstiklal’i gezerken bile gökteki kuşlara bakıyordu! Sedat, halkacımız idi. O kuşları halkalarken biz de onu izliyorduk. Birimiz kayıt defterine Sedat’ın yaptığı ölçümleri kaydediyorduk.  Bu arada Sedat da bize bir yandan kuşların türlerini, onları birbirlerinden nasıl ayırt edeceğimizi anlatıyordu. İlk olarak ise kuşları nasıl tutmamız gerektiğini gösterdi. Ya boynunu işaret ve orta parmaklarımızın arasında tutup, avcumuzla da vücudunu kavrayarak, ya da kuşun bacaklarını yine bu iki parmağımızın arasında tutup alttan ayaklarını da baş parmağımızla destekleyerek tutuyorduk.


İlk günlerimde ağlardan kuşları çıkarma konusunda biraz çekinmiştim. Daha önce hiç eline kuş almamış bir insan olarak bu doğaldı tabi. Çünkü ağlara yakalanan kuşlar, biz onları çıkarmaya çalışırken sürekli çırpınıyor, uçmaya çalışıyor ve bazıları da ısırıyordu. (Tabi bir de korkudan refleks olarak çiş ve kakalarını yapıyorlardı.) Asıl korkum ise, çıkarırken onlara zarar vermek, onları kurtarayım derken kanadını, bacağını kırmaktı! Neyse ki böyle bir şeye neden olmadım ve zamanla kuşları ağlardan çıkarabilmeye başladım. Ancak birkaç kuşu ağda kendilerini yaralamış halde bulduk. Bunlar, ağda çok fazla çırpındıkları, dolandıkları için onları bulduğumuzda bir yerlerini kesmiş haldeydiler. En kötüsü de, bir keresinde çok güzel büyük bir kuşu-yanlış hatırlamıyorsam Sarıasmaydı- boğazını ipe baya bi kestirmiş halde ağa takılı bulduğumuz zamandı. Böyle kuşlara da ilkyardım uyguladıktan sonra halkalamadan hemen salıyorduk.  


İstasyonun yakınında, yırtıcı ağının kurulu olduğu yerin hemen arkasında içinde bir sürü kırmızı ve yeşil elma ağaçlarının bulunduğu bir tarla vardı. Oradaki elmalara bakıp ne güzeller derken bir öğrendik ki, meğer o ağaçlardan biri bizimmiş! O sırada Kuyucuk’ta, ama genelde Aras’ta olan dernek çalışanı Yakup, bu ağacı sahibinden satın almış. Böylece taptaze ve tadı harika olan yeşil elmalardan bol bol, Yakup’un ağacını sömürürcesine yedik. Tabi ordaki bir sürü ağacın tam ortasında bir tanesinin başka birine satılmış olması da hayli ilginçti.


İstasyonda akşamları elektrik olmadığından lüks ile aydınlanıyorduk. Son kontrolleri de kafa fenerlerimizle yapıyorduk. Karanlıkta yaptığımız kontrollere yalnız çıkmamamızı söylemişlerdi. Ama ben bir defasında sondan bir önceki kontrole gittiğimde ağlarda çok kuş vardı ve bazılarıyla da baya uğraşmıştım çıkarabilmek için. Tabi işim uzun sürünce hava kararmaya başladı. Yanımda fener yok, orası da ormanlık, çalılık bir yer. Önümü zor görüyorum. Gündüz ağların yerini ezberlediğimiz ve her yeri görebildiğimiz için kolayca ilerleyebiliyorduk ama gece olunca her yer çok farklı gözüküyor, tanınmıyor. Kaldım öyle orada. Bir o tarafa gidiyorum yok, bir bu tarafa gidiyorum yok. O zaman bir tek Efeyle Sedat’ın numaraları vardı bende. İkisini de aradım, biri kapalı biri meşgul! Bir de orada yaban domuzlarının olduğunu biliyoruz. Oradayken ben hiç görmedim ama otların arasından geçerken açtıkları yolları görüyorduk. Yani bir de yaban domuzuyla karşılaşma korkusu var! Neyse sonra son ağı kontrol etmeden geri döndüm, içgüdülerimle geldiğim yolu bulmaya çalıştım ve sonunda karanlıkta istasyona dönmeyi başardım.


Yaban domuzu demişken, bir keresinde de 10. ağın civarında çalılık bir yerde leş kokusu duyduk. Birkaç kez daha duyup, herkes aynı kokuyu duyduğunu söyleyince, bu cinayetin peşine düşmeye karar verdik. Ayrıca önceki gün ben o tarafın kontrolünü yaparken, 10. ağın yakınında ilginç sesler –hani küçük çocuklar için oyuncaklar olur ya böyle içi hava doludur falan, bastırınca da cıyk diye ses çıkar, işte o ses gibi-duymuştum ve bu sesin yavru bir domuza ait olabileceğini düşünmüştüm. Ve hipotezim de anne domuzun öldüğü ve yavrusunun da onun ölüsünün başında olabileceği yönündeydi. Çünkü o civarda köylüler domuz avına çıkıp yaban domuzlarını öldürüyorlardı. Ertesi gün Lee, Efe ve ben CSI-Aras olarak olay mahallinde araştırmaya başladık. Çalıların arasına daldık, çamurlara batıp çıktık ama bir sonuç elde edemedik. Zaten o gün koku da kaybolmuştu. Demek ki ceset başka bir yere taşınmıştı. Sonra bunu av köpeklerinin yapmış olabileceğini düşünerek araştırmamızı noktalamak zorunda kaldık. Çünkü olay zaman aşımına uğramış ve deliller yok edilmişti.


Hee bir de tabi, önemsiz bir ayrıntı ama, Aras’ta boğulma tehlikesi yaşadım. Bir gün Lee ile birlikte bir keşif gezisine çıkmaya karar verdik. Karşıda görünen bir dağı hedefledik ve onun zirvesine çıkmaya karar verdik. Tabi bunun için önce Aras nehrini geçmemiz gerekiyordu. Ben baştan cesaret edemedim çünkü yüzmeyi doğru dürüst bilmiyorum, benim yüzmem boyumu geçmeyen yerlerdeki bir iki kulaç ve çırpınıştan ibarettir. Lee ise çok iyi yüzücü. Daha önce cankurtaranlık da yapmış, nehirlerde de yüzmüş biri. Zaten birkaç gün önce Aras Nehri’nde de yüzmüştü. Ve o yüzdüğünde sular daha alçakmış. En yüksek su seviyesinin benim belime bile gelmeyeceğini söyledi. Tabi o da benim yüzme bildiğimi farz ediyormuş. Neyse, biz bir poşeti ip olarak kullanıp, ikimiz de bileğimize geçirdik ve birbirimizden ayrılmamak için önlem aldık. Yavaş yavaş ilerliyoruz. Baştan iyiydi, su seviyesi alçaktı ama nehrin dibindeki taşlar küçük küçüktü ve ayağımıza batıyordu. Ortalara geldikçe su seviyesi ve daha da önemlisi akıntı artmaya başladı, ama zor da olsa yavaş yavaş senkronize hareketlerle ilerliyorduk. Karşı kıyıya yaklaştığımızdaysa, sular azalacağına artmaya ve akıntı da deli gibi coşmaya başladı! Karşı kıyının böyle olacağını hiç düşünmemiştim, tabi nehri geçmenin bu kadar zor olacağını ve nehrin bu kadar kuvvetli akıntısının olacağını da… Karşı kıyıya yaklaştığımızda ben daha fazla ayakta duramadım ve bunu Lee’ye ‘ay em going’ şeklinde ifade ettikten sonra suyun yüzeyinde sürüklenmeye başladım. Neyse ki, bu arada Lee’nin çantasına tutunmuştum, birlikte sürükleniyorduk. Lee’nin çantasıyla birlikte kaldığım sürece sorun yoktu ama ondan ayrılıp, kendi başıma sürüklenmekten korkuyordum. Suyun kaldırma kuvveti o kadar fazlaydı ki, orada boğulmaktan değil de sonsuza kadar sürüklenip kıyıya çıkamamaktı asıl korktuğum. O anki hislerim o kadar garipti ki… Bir yandan ölüme ne kadar yakın durduğum çok aşikar, ama bir yandan da insan kendine yakıştıramaz ya hani, ben de yakıştıramıyordum kendime. Yok yaa, ama ben ölmem yaa, dimi yani şimdi durduk yere ne diye öleyim diyordum. Bir yandan da böyle bir ölümün ne kadar komik ve aptalca olacağını düşünüyordum. Gazetelerin üçüncü sayfalarındaki haberler gözümün önüne geliyordu: Kuş gözlemine gitti, Aras’ta boğuldu! İTÜ Moleküler Biyoloji ve Genetik bölümünde okuyan çok da güzel olmayan genç kız (bkz. Zaytung) Aras’ın sularında can verdi! Yüzme bilmeden nehre gidi, boğuldu! Falan… Çok utanç verici! Tabi asıl ailemin nasıl üzüleceğini düşündüm, çünkü buraya gelmemi hiç istememişlerdi zaten, hala ölürsem ben onlara nasıl hesap veririm diye düşünüyordum! Böyle işte, sanırım ölüme hiç bu kadar yakın durmamıştım. Neyse ki Lee’ye tutunuyordum ve o da kıyıya doğru yüzerek, kıyıdaki kayalara tutunup nehirden çıkabilmemizi sağladı. Böylece korkunç senaryolarımın hiçbiri gerçekleşmedi, çok şükür! Karşı kıyıya sağ salim çıktık, tabi boynumuza kadar ıslanmış vaziyette. Biraz dinlendikten sonra hedef dağımıza doğru yürümeye başladık. Dağa tırmandık. Tırmanırken de dağın bitki örtüsünü, üzerinde yaşayan canlıları, yuvalarını inceledik. Yükseldikçe yol dikleşti, tırmanış zorlaştı ama manzara da bir o kadar güzelleşti. Tabi yine ben tırmanırken bir yandan da aklımdan Yedi Numara dizisindeki Zeliha gibi, felaket senaryoları yazmaya devam ediyordum. Ya şimdi ayağımı bastığım terdeki taş-toprak sağlam değilse ve bastığım anda kayıverirse de, ben de tutunacak vakit bulamadan, geriye doğru yuvarlanaraktan aşağıya inerken, her bir parçam ayrı bir yere savrulursa ne yaparım… Neyse ki bu senaryom da gerçekleşmedi ve sonunda zirveye ulaştık. Zirveye çıktığımızda istasyondakileri aradım ve teleskopla bizim fotoğrafımızı çektiler. Zirvede biraz dinlendikten sonra inişe geçtik. İnişimiz sırasında çok güzel, rengarenk ve kocaman bir tırtıl gördük. O sarı otlarla kaplı çorak dağda böyle rengarenk bir tırtıl görmek çok ilginçti. Dağdan inince oraya yakın bir yerde bulunan iki taştan örülü evlere yakından bakmaya gittik. Terk edilmiş görünmelerine rağmen, içlerinden kimse çıkmamasını umarak evlerin içine girdik. Eğer evlerde yaşayan birileri olsaydı da ‘Eee, şeyy, biz nehrin karşısındaki komşularınızız, kahvemiz bitmiş de varsa sizden bir fincan ödünç almaya geldik’ diyecektik. Neyse ki kimse yoktu, biz de rahatça gezdik ve bol bol fotoğraf çektik. Artık dönüş vakti gelmişti. Ama ufak bir sorunumuz vardı, nehri tekrar geçmemiz gerekiyordu! Benim geçebilmem için de, nehrin daha farklı bir yerini-mümkünse daha alçak ve daha az akıntılı olan bir yerini-bulmamız gerekiyordu. Bu yüzden ben kıyıda beklerken, Lee nehrin pek çok farklı yerinden yürüyerek geçiş denemeleri yaptı ama tüm sonuçlar olumsuzdu. Tabi bu arada onun ayakları taşlar dolayısıyla mahvoldu. En sonunda yakında çalışan köylülerden yardım isteyip bizi Tuzluca’ya götürmelerini istemeye karar verdik. Tuzluca köye en yakın olan ilçeydi. Ama Tuzluca’ya gidince de oradan köye gelebilmek için taksi tutmamız gerekecekti çünkü ilçeden köye giden köy arabası günde bir kez çalışıyordu. Ama bu şekilde de epeyce bir dolanmış olacaktık. Üstelik yanımızda hiç para yoktu. İşte bu haldeyken köylülerden yardım istedik. Bunlar yaşlı bir amca ve teyze ile genç bir yeğenleri idi. Çocuk bizi nehirde akıntının az olduğu bir  yerden karşıya geçirebileceğini, iddia etti. Halbuki Lee orayı denemişti ama çocuk çok emin konuşunca tamam dedik. Üçümüz ele ele tutuşarak geçmeyi denedik ama olmadı yine akıntı çok kuvvetliydi, sürüklenmek üzereydim, yine geri döndük. Sedat’ı arayıp durumu anlattık. Köylülerin traktörüyle Tuzluca’ya gitmeye karar verdik. Ama önce onlar yapmaları gereken işleri bitirmek zorundaydılar. Kestikleri ağaçlardan çıkan odunları traktörlerine yüklüyorlardı. Biz de Lee ile onlara yardım ettik, hep birlikte odunları traktöre yüklemeye başladık. Bu arada Sedat aradı ve köylülerle konuşarak bulunduğumuz yeri tarif ettirdi. Olduğumuz yere yakında bulunan bir yola çıkmamızı, köy arabasını bizi almak üzere oraya gönderdiğini söyledi. Böylece Tuzluca’ya gitmeden daha yakın bir yoldan köye dönebilecektik. Teyze bizi yola kadar götürdü. Yola çıkana kadar baya bi yol yürüdük, teyze de biraz zor yürüyordu. Teyzeye sen bize tarif et yolu, bizimle yürüyüp yorulma dedim ama kabul etmedi. Ben sizi arabaya teslim etmeden bırakmam, bizim de evlatlarımız var, onlar da zor durumda kalınca onlara da başkaları yardım edicek dedi. Çok hoşuma gitti. Bu arada o gezdiğimiz iki taş evin yanından geçerken öğrendik ki, bunların biri o teyzeye aitmiş. Meğer orada önceden bir köy varmış ama Aras’ın suları hepsini götürmüş ve bir tek bu ikisi kalmış. Onlar da şimdi burayı depo gibi kullanıyorlarmış. Sonunda tam biz yola vardığımızda araba geldi ve bizi köye geri götürdü. Böylece kurtarıldık ve maceramız sonlandı. Ama geride ayaklarımızda (özellikle Lee’ninkilerde) sızlayan çizikler ve müthiş bir yorgunluğun yanı sıra, hayatımız boyunca unutamayacağımız heyecan dolu bir anı bıraktı! İstasyona vardığımızda Sedat, Aras’ın Ermenistan’a doğru aktığını, eğer sürüklenseydik Ermenistan’a kadar gidebileceğimizi söyledi. Hadi Lee’yi Kanadalı diye geri verirdiler ama seni vermezlerdi, artık sen de orada evlenir, çoluk çocuğa karışırdın dedi. Ben de ne, ben, evlenmek, tüh yaa fırsatı kaçırdım, acaba tekrar mı atlasam nehre, bak belki evlenirmişim diye derin düşüncelere dalarak kaçırdığım fırsatlara yandım… Ehh ne yapalım, kader kısmet…  
   
  
Giderken Kars’a trenle 40 saatlik bir yolculukla gitmiştik. Yolculuk uzundu ama gayet rahattı. Trenle Türkiye’nin bir ucundan diğer ucuna seyahat etmek ve yoldaki o coğrafyanın değişimini adım adım yaşamak çok keyifliydi. Önce batıda her yer yeşillik, ortalara gittikçe sapsarı düzlükler, geniş bozkırlar çıkıyor karşına, doğudaysa her yer çorak ve yüksek olan dağ ve kayalıklarla dolu. Ama hepsinin de güzelliği ayrı! Dönüşteyse Iğdır’dan otobüsle 24 saatlik bir yolculuk yaparak döndük. Yolda iki kez jandarma otobüsü durdurdu ve erkeklere kimlik kontrolü yapıldı, hani asker kaçağı falan var mı diye herhalde. İkinci durduruluşumuzda bavullara da baktılar ve kilitli, şifreli çantası olanlardan bunları açmaları istendi. Ve bagajda sahipsiz şifreli siyah bir çanta bulundu. Askerler otobüsteki tüm yolculara sordular, kiminse bu çanta sadece içine bakacağız, sahibi kimse çıksın, yoksa kırmak zorunda kalacağız dediler kaç kez ama çantayı kimse sahiplenmedi. Bu yüzden baya bi bekledik yolda. Sonunda çantayı kırıp açtılar ve içinden ruhsatsız silah çıktı. Ve bir de kimlik! Böylece çantanın sahibi de bulundu. Meğer, otobüste karısıyla birlikte seyahat eden yaşlı bir amca vardı uzun beyaz sakallı, cüppeli falan, daha önce görüp ne kadar tatlılar diye düşünmüştüm (evet, yaşlıları, özellikle yaşlı çiftleri çok seviyorum), onunmuş çanta! Bu arada tabi otobüstekilerden, naptın sen hacı yaa, cık cık cık sesleri yükseliyordu…   
 

İstanbul’a dönmeyi hiç istemedim. Hatta otobüsü beklerken Efe’ye, ya ben dönmesem, hep burada yaşasam böyle olmaz mı dedim, acaba otobüse binmesem mi kararsızlığını yaşadım. Ama ne yazık ki er ya da geç gerçek hayata dönmem gerekecekti. Ertelesem ne zamana kadar erteleyebilirdim ki bu dönüşü? Zaten insanın hem en kötü, hem de en iyi özelliği her şeye zamanla alışması. Gerçek hayata da nasıl olsa zamanla tekrar alışacaktım.


Uzun lafın kısası, birçok macara yaşamamın yanı sıra, Aras’ta birçok kuş türü gördüm ve öğrendim, çeşit çeşit kelebek, kurbağa, fare, böcek, örümcek, çekirge gözlemledim ve KuzeyDoğa çatısı altında gönüllü olarak toplanmış, oradaki günlerimi birlikte geçirdiğim ve her zaman sevgiyle hatırlayacağım Homo sapiens üyeleriyle yaşayarak harika vakit geçirdim. İyi ki varsın KuzeyDoğa!     

Not: Ödül mü, ne ödülü, ödül ne arar la bu blogda! :) Hem sabrın sonu selamettir, hepinize bol keseden selamet dağıtıyorum...

23 Ekim 2010 Cumartesi

Zifiri Aydınlık

Geçen yıl İTÜ Kadının Atölyesi Kulübü olarak 8 Mart'ta gösterilmek üzere her birimizin kendi hikayelerimizi anlattığımız birer video hazırlamıştık. Bu da benimkisi, izleyemeyenler için sadece ve sadece bu blogda! Gel vatandaş, geeel... :)

17 Ekim 2010 Pazar

Sevgi Neydi?




Yaklaşık bir buçuk aydır evde olduğumdan ve yapacak da bir işim olmadığından bol bol kitap okuma fırsatı buldum.  Çok da eyi oldu, çok da gözel eyi oldu yani… Çünkü dönem içinde derslerdi bilmemneydi birtakım koşuşturmacalardı derken okumaya istediğim kadar vakit ayıramıyorum, okuyayım diye kendimi zorladığımda ise bir süre sonra kendimi kitap elimde çok garip pozisyonlarda uyumuş vaziyette yakalıyorum. İşte bu nedenle tatil benim için kitap açısından önemli bir fırsattı ve verimli de geçirdiğimi söyleyebilirim. (Tabii ev ahalisi bu durumdan hiç de memnun değildi. Verimlilik konusunda da aynı fikirde değildik. Yine her fırsatta ‘Yüzünü yemekten yemeğe görüyoruz, odandan dışarı çık biraz hava al vs vs vs…’ azarlarını işittim. Onlara göre bütün gün boş boş yatıyordum. Halbuki bi çıksam şööyle ‘kız gibi’ ortalığı birr güzel silip süpürseem, yemek yapsaam, bütün gün çamaşır-bulaşık yıkasaam, işte o zaman günümü ne kadar verimli kullanmış olacaktım ve dünyada onlardan mutlusu olmayacaktı… Kime çektiysem ben böyle, aah ah!). 








Elimde ne zamandır okumak istediğim Cengiz Aytmatov’un kitabı vardı. Kitabı vakt-i zamanında bir sahaftan almıştım, 1974 yılında sarı saman kağıda basılmış eski bir kitap. Bütün eserleri-1 adıyla yayınlanmış, içinde Cemile, Selvi Boylum ve Gülsarı var. Selvi Boylum’u okumayı çok istiyordum çünkü ondan uyarlanan Selvi Boylum Al Yazmalım’ı bu yıl yeni izlemiş ve hayran kalmıştım... 
















İzlemeden önce Selvi Boylum Al Yazmalım filminin methini çok duymuştum, konusunu az çok biliyordum, televizyonda da sürekli çıkardı ama ben nedense hiç doğru düzgün baştan sona izleyememiştim bir türlü. Türk filmlerini seven, hepsini tekrar tekrar izlemekten bıkmayan biri olarak onun da diğerleri gibi güzel olduğunu tahmin ediyordum ama aşırı derecede övülmesi karşısında, herhalde biraz fazla abartıyorlar diye de düşünüyordum. Taa ki…Selvi Boylum Al Yazmalım’ın yenilenmiş versiyonu bu yıl tekrar sinemalarda gösterime girene dek… Bu haberi duyunca bunun kırk yılda bir bile elde edilemeyecek kadar güzel bir fırsat olduğunu anladım. Eski bir Türk filmini sinemada izlemek… Bana kalırsa, düşüncesi bile heyecan vericiydi. Üstelik başrolde Türkan Şoray varken, bu fırsat kesinlikle kaçmazdı. 
















Elifim deskmeytimle gittik izledik filmi ve gerçekten çok beğendik. Benim izlediğim en güzel filmler listemde en üst sıralara yerleşti kendisi. Filmden-benim gibi izlemekte geç kalmış cahiller hala var mı bilmiyorum ama- kısaca bahsetmek gerekirse, Asya bir köylü kızı, İlyas kamyonuna aşık bir yük taşıyıcısı. Bunlar bir gün karşılaşıp birbirlerine aşık oluyorlar ve İlyas Asya’yı kaçırıyor. Bir çocukları oluyor Samet. Bunlar mutlu mesut yaşarken, İlyas’ın işiyle ilgili sorunlar çıkıyor ve hayata küsüyor, eviyle ilgilenmemeye başlıyor. Teselliyi de aynı işyerinde sekreter olarak çalışan bir kadında buluyor. Asya bunu görünce oğlunu alıp evi terk ediyor. Asya’ya ve çocuğuna Cemşit sahip çıkıyor, birlikte yaşamaya başlıyorlar. İlyas pişman olup evine dönünce Asya’yı bulamıyor. Ve yıllar sonra İlyas bir kaza geçirdiğinde, çok merhametli bir adam olan Cemşit’in onu evine götürmesiyle yolları tekrar kesişiyor. Tabii Asya arada kalıyor.











Klasik Türk filmlerinden oldukça farklıydı. Filmin en sevdiğim yanı, olaylara başrollerdeki üç kişinin de gözünden bakabilmemizi sağlayan iç seslerdi. Kitaptaysa biraz daha farklı biçimde anlatılıyor, bir gazeteci farklı zamanlarda İlyas ve Cemşit (kitapta adı Baytemir) ile karşılaşıyor ve ikisinin de ayrı ayrı hikayelerini dinliyor. Yani kitapta olayları İlyas’tan ve Cemşit’ten dinliyoruz, Asya’yı (kitapta Aysel olarak geçiyor) da onların gözünden görüyoruz. 






Kitapların her zaman onlardan uyarlanan filmlerden çok daha güzel olduğunu iddia eden biri olarak, ilk kez-ve belki de son kez- Selvi Boylum Al Yazmalım’ın bu inancımı yıktığını söyleyebilirim. Ben şahsen filmi kitaptan çok  daha fazla beğendim. Tabii bunda kitabı okumadan önce filmi izlememin ve filmde Türkan Şoray’ın olmasının  büyük etkisi olduğunu düşünüyorum-Aytmatov’a haksızlık etmek istemem doğrusu. 







Filmde beni en çok etkileyen sahnelerden biri, İlyas diğer kadının evinde ve üstü çıplak, Asya da kadının evinin önüne gelmiş ve evin perdesi açık olduğu için onları uzaktan görebiliyor. Bu sırada kadın İlyas’ı göğsünden öpüyor. Ve Asya’nın gözleri dolarken, iç sesi çok masum bir şekilde ‘Ben kocamı hiç göğsünden öpmedim’ diyor… O kadar hüzünlü bir sahneydi ki!.. 









Ve tabi bir de filmin meşhur son sahnesi var beni etkileyen, etkilenmemenin mümkün olmadığı... İlyas, Samet’i kamyonuyla gezdirirken ona kendisiyle gelmek isteyip istemediğini sorar. Samet başta olur der ama sonra yolda babası bildiği Cemşit’i görünce ağlamaya başlar, babasının yanına gitmek ister. Bu arada Asya da kamyonun peşinden koşmaktadır. İlyas kamyonu durdurur, Asya koşarak gelir. Samet de annesine koşar, sarılır. Asya ve Samet, İlyas’a doğru yürürler. Tam yaklaştıkları sırada  Cemşit koşarak diğer yönden gelir ve İlyas’ın arka tarafında biraz uzakta durur. Onu gören Samet, ‘Babacım’ diyerek ona doğru koşar, sarılır. İlyas, Asya’ya bakar, ‘Asyam’ der. Asya ne yapacağını bilmez halde ona doğru yaklaşırken düşünür: ‘Samet Cemşit’e baba demişti, onu babalığa seçmişti. Sevgi neydi?... Sevgi emekti...’ İlyas’ın yanından ağlayarak geçer, Cemşit ve Samet’in yanına gider. Ben ağlamaktan helak olurum, nafile kendimi tutmaya çalışırım. Işıklar açılır. Elifle birlikte ‘Salak herif, niye böyle yaptın, yazık değil mi Asya’ya, hadi sana müstehak bu, ama Asya’nın ne suçu vardı, erkek milleti değil misiniz, hepiniz aynısınız’ şeklinde İlyas’a saydırarak sinemayı terk ederiz. 




Filmin en sonunda fotoğraflar eşliğinde duyduğumuz sözler:

Durursam bir daha kurtulamam.
Ziyanı yok, gülüşü yeter bize.
Yüreğim kaydıysa günah mı?
Çamura saplansam yardıma gelir misin?
Elini tuttum, sıcacıktı. Yüreği elindeymiş gibi…
Elinden tutuversem benimle gelir mi?
Seninim işte, alıp götürsene beni!
Elveda Asya, elveda selvi boylum, al yazmalım, elveda. Bitmemiş türküm benim…


Dipnot: Bu da yine eski bir yazımdı, bir ayı aşkın zaman önce, evdeyken başlamıştım, bugün tamamlayabildim (Bkz. makale okumaktan kaçabilmek için yapılabilecek şeyler). Yakın bir zamanda -muhtemelen bir başka makaleden kaçarken- Kars & Iğdır maceralarımı da anlatmayı planlıyorum, bekleyiniz...

4 Eylül 2010 Cumartesi

Bir Kuşun Kanatları Olsaydım Eğer


‘Bir kuşun yüreği olsaydım eğer,
Konuşulmayanları, hiç söylenmeyenleri,
Gizli gizli köşe bucak saklananları…
Bir kuşun yüreği olsaydım eğer,
Ve sana gösterseydim.’

Bülent (Ortaçgil) babanın dediği gibi ‘Bir kuşun kanatları olsaydım eğer’ diyorum nice zamandır. 15 Eylül’de-bir aksilik çıkmazsa inşallah- KuzeyDoğa Derneği’nin, Kafkas Üniversitesi ve Stanford Üniversitesi’nin de desteğiyle yürüttüğü, Kars-Iğdır Doğal Zenginlik Projesi kapsamındaki kuş halkalama çalışmalarına gönüllü olarak 15 günlüğüne katılacağım. KuzeyDoğa Derneği’nin biri Kars’ta Kuyucuk Gölü kenarında, diğeri Iğdır’da Aras Nehri kıyısında olmak üzere iki kuş halkalama istasyonu var. (Benim gideceğim Kars’taki istasyon). İstasyonlarda kuşlar, ağlarla (tabi ki onlara zarar vermeyecek şekilde) yakalanarak ayaklarına çok hafif birer alüminyum halka takılıyor. Halkanın üzerinde kuşun hangi istasyonda yakalandığına dair kimlik niteliğinde bilgi bulunuyor. Kuşlar; türleri, boyları ve ağırlıkları gibi belli başlı özellikleri tespit edilip, kayıt edildikten sonra tekrar serbest bırakılıyorlar. Halkalanan bir kuş daha sonra başka bir istasyon tarafından yakalandığında, avcılar tarafından avlandığında veya ölüsü bulunduğunda ayağındaki halka ilgili yerlere (mesela Türkiye'de, Türkiye Ulusal Halkalama Programı’na (UHP)) bildirildiği zaman kuşun nereden nereye uçtuğu belirlenmiş oluyor. Böylece, halkalanan birçok kuş sayesinde, kuşların göç yolları belirlenebiliyor. KuzeyDoğa Derneği ile ilgili daha fazla bilgi edinmek için, bakınız: http://www.kuzeydoga.org/
Kars yolculuğum yaklaştıkça heyecanım artıyor. Bu projeyi uzun zaman önce duymuştum ve o zamandan beri gitmek için can atıyordum. Bahar döneminde sınavlarıma denk geldiği için başvuramamıştım. Şimdi sonbahar döneminde okulun ilk iki haftasını ekmeyi göze alarak gideceğim. (Diğer dersler sorun değil de, Moleküler Biyoloji dersinin laboratuvarında devamsızlık diye bir şey olmadığı için-bir deneyi kaçırdığında dersten kalıyorsun- dün dersi açan hocalara mail atıp izin istedim ama henüz cevap gelmedi, bu yüzden endişeliyim biraz ya izin vermezlerse diye. Ama yok yok, izin vermezlerse de bir yolunu bulup gitmem lazım, bu ne zamandan beri hayalim benim, hem tren biletimi bile aldım, artık geri dönüşüm yok!). Kars’a, stajdan arkadaşım Efe ile birlikte Doğu Ekspresi’ne binip, en iyi ihtimalle 1.5 gün sürecek olan bir yolculuk sonrası ulaşacağız. Yani yolculuğun kendisi bile ayrı bir macera olacak!
Kars’a gitmeden önce biraz kuş gözlemiyle ilgili bilgim olsun diye kitap alıp okuyayım diyordum. Balıkesir’de böyle bir kitap bulabileceğimden şüpheliydim tabii ki. Nitekim iki hafta kadar önce bildiğim kadarıyla Balıkesir’deki en büyük kitapçı olan Tivoli’ye gittiğimde kuş gözlemiyle ilgili yalnızca bir çıkartma kitabına rastlayabilmiştim. Bugün de çarşıdan dönerken, Gizem’in isteği üzerine, hadi bir Tivoli’ye uğrayalım dedik. Ve ben yine bir umutla bilim kitaplarının arasında kuşlarla ilgili bir şeyler ararken, Tübitak Popüler Bilim Kitapları’nın Başvuru Kitaplığı kategorisinde yer alan Doğa Kuş Gözlem kitabını buldum. Aslında ilk bakışta büyük yazıları ve bolca resimleriyle daha çok çocuklara yönelik bir kitap gibi gelmişti bize. Ama yine de başlangıç için faydalı olabilir diye aldım. Üstelik kitap, içinde 40 kuşun sesinin yer aldığı bir CD hediyeliydi. Ve yanılmamışım, gerçekten de kuş gözlemiyle ilgili bilinmesi gereken en temel bilgileri içeriyor ve birçok kuş türünü çizimleriyle birlikte nasıl tanıyabileceğimizi anlatıyor. Elbette ki çok geniş bir rehber niteliğinde değil ama benim gibi konu hakkında hiçbir fikri olmayanları oldukça aydınlatabilecek düzeyde, şahsen ben çok sevdim kendisini. İçinde çok tatlı kuşlar var, bakarken sürekli ‘Oyyy yerim ben seniiii’ deyip duruyorum :) Bu arada, kitabın basım tarihine baktım da Ağustos 2010 imiş, şaşırdım! Yani buraya gelişi çok da geç değil o zaman. Neyse…

Bahsettiğim kitap işte buuu!

Ben kitabımı okumaya devam edeyim, ama önceee (biri beni durdursunnn!) size kitaptan bir kuple ilginç bilgi aktarayım bari, buyurunuz: Guguk kuşlarının yumurtalarını başka kuşların yuvalarına bırakıp, bu kuşların yavrularını büyütmesini sağladıklarını ve yumurtadan yeni çıkan bir guguk yavrusunun da yaptığı ilk işin diğer yavruları yuvadan atmak olduğunu biliyor muydunuz? Yaa işte böyle, maazallah bir gün evinizde bir guguk yumurtasına rastlarsanız, annesine çekmiş olan hain yavrunun, yumurtadan çıktığı an sizi kapı dışarı edeceğini aklınızda bulundurun, benden söylemesi :P

30 Ağustos 2010 Pazartesi

Böcükler ve Ben

Önceden daha çok korkardım böceklerden. Üzerime gelmelerine daha az tahammül eder, hemen kaçmaya, kurtulmaya çalışırdım onlardan. Onları iğrenç yaratıklar olarak damgalayıp, tiksinirdim. Şimdi de tamamen aşmış, her gördüğü böceğe sarılan biri değilim ama önceki halime göre oldukça ilerleme kaydettim. Pekiii, bu değişim nasıl gerçekleşti? Aslında her şey psikolojik. (De hadi çocukluğumuza inek!) Böcekler ve kendim hakkında biraz düşününce sorunun aslında bu konuda daha önce hiç düşünmemiş olmam ve kendimi korkmaya şartlamam olduğunu anladım. Pekiii, bunu düşünmeye nasıl başladım? Şöyle ki, geçen yıl evrimle ilgili bir sempozyum düzenlenmiş ve evrimle ilgili çalışmalar yapan bilim insanları gelip çalışmalarını anlatmışlardı. Ben de müstakbel bir bilim insanı olduğumdan elbette ki bu süper fırsatı kaçırmamış, onları dinlemeye gitmiştim. Orada çalışmalarından bahseden bir entomolog-böcekbilimci-vardı. Bu bilim insanı, çocuklara böcekleri sevdirebilmek için yaptıkları bir etkinlikten bahsetti. Çocuklara-ki yanlış hatırlamıyorsam bunlar anasınıfına giden ufaklıklardı- böceklerden korkmamaları gerektiğini anlatmışlar, onları, böceklere dokunmaları ve onları ellerinde gezdirmeleri yönünde teşvik etmişler. Çocuklar baştan korkup çekinmişler ama sonra bu, aralarında bir böcek sevme yarışına dönüşmüş. Hatta yarışı o kadar abartmışlar ki en sonunda biri gelip ‘Öğretmeniiim, Ayşe böceği öptüü, ben de öpebilir miyiim?’ bile demiş!
Bu hikayeyi duyduğum gün böceklerle olan ilişkimde bir dönüm noktasıydı! İşte o gün, böcekler için küçük ama benim için büyük bir adımdı! Cidden düşündüm de, bu böcükler benim gibi hacmi küçük bir insan için bile oldukça küçük, minnacık yaratıklardı. Ufak bir parmak hareketi ile dahi hayatlarına son verebilirdim. Onlarsa ancak üzerimde gezinerek beni huylandırabilir, en fazla ısırabilirlerdi. Günlük hayatta karşılaştığımız pek çok böcek de zehirsiz olduğuna göre, niye ben onlardan korkayımdı? Ben onlardan çok daha güçlüyümdü (şuh bir kahkaha), onlar benden korksundu! (Açılın üleyndi, onları düelloya davet ediyorumdu). Kısacası kendimi bir böceğin yerine, bir de kendimin yerine koyarak düşündüm ve böcüğün korkusunu tahayyül ederek, kendi yerimde olmama şükrettim ve kendi korkumdan utanmam gerektiği sonucuna vardım . (Düşünme sürecimde kendimi böcüğün yerine koyarken dahi şu anki insani duygularımı ve korkularımı taşıyor olduğumdan mütevellit, gerçek dünyada hiç de böyle görünmüyor olsa da, böcüklerin de bizden korkuyor olduğu varsayımını yaparak bu neticeye ulaştığımı önemle arz ederim).
Velhasıl, artık bir böcüğün üzerimde gezintiye çıktığını hissettiğimde, hemen eski Türk filmlerindeki İstanbul’a sesleniş sahnelerinde olduğu gibi deniz kenarındaki yüksek kayalıklara çıkıp en uç noktasında durarak sesleniyorum: Eyy böcükkk! Seğğn mi büyüksüğğnn yoksa beğğnn mi? Sonra böcüğün umursamaz tavrını görmemek için hiç vakit kaybetmeden kuvvetli nefesimle üzerine üflüyorum. Eğer inatçı çıkar da uçmaz ise, elimle küçük bir fiske hareketiyle şahsı uzaklaştırıyorum. Eğer hala gitmemekte direniyorsa, bunu seğğğnn istediğğn köpeğğkk diyerekten, Cüniyt abiden öğrendiğim şahane hareketleri-kale surlarından atlamak gibi- uyguluyorum. Kesin çözüm bu, gerçekten. Bunu yapınca manyak herhalde bu diyip korkudan kaçıyorlar.

Hamarat Haftasonu Pineklemelerim



 Bugün Pazar. İkinci vizeleri de atlattım ve önümde iki sınavsız hafta var (Gerçi sonrasında iki sınavla dopdolu hafta da var ama, -How I Met’teki gibi- ohooo onlara daha çok var, bırakalım da onu gelecekteki Aslı düşünsün diyerek topu yine, her zamanki kurtarıcım gelecekteki Aslı’ya atıyorum). Ben de işte bu boşluğu fırsat bilereek, çok faydalı bir iş yapmaya, haftasonumu yurtta pinekleyerek geçirmeye, karar vermiştim. Yapacak çook işim vardı.
Görseniz tam bir ev hanımıydım bu haftasonu! (Tamam, bu söylediğime kendim de inanmadım ama tam olmasa da azıcık öyleydim işte! Hala inanmadınız mı, dinleyin o zaman…). Dün tam iki makine çamaşır yıkadım! (Diyeceksiniz ki bu hamaratlığının değil, pasaklılığının göstergesi. Yanıtım şudur ki, çamaşırlar aslında pür-i pak idi, lakin ben hamaratlığımın etkisiyle olacak, dayanamadım bir daha yıkadım :) ). Sonraaa, oda arkadaşım Buketle bir güzel kahvaltı hazırladık ve odamıza geldik, Buket’in yatağına serilerek Bir Kadın Bir Erkek’in son bölümünü izlerken kahvaltımızı ettik. Tabi sonra malumunuz bulaşık faslı…Sonrasında ise yayıldım yatağımın üstüne, gazete okuduum, kitap okuduum. Bildiğiniz keyif yaptım yani. Ama onca sınav, ödev, rapor, bilmemneden sonra hak etmiştim bunu! Sonra ne zamandır izlemek istediğim Takva filmini izledim. Ardından, saat geceyarısına yaklaşırken Buketle ne zamandır planladığımız Korku Gecesi’ni yapalım dedik. Tüm zamanların en korkunç serisinden, Elm Sokağı Kabuslarından birini izleyelim dedik. (Çocukken abimle bunları izler izler korkardık). Üçüncüde karar kılıp izledik. (Ama ben korkamadım yaaa… Artık iyice duygusuzlaşmaya başladığımı hissediyorum. Korku filmleri beni korkutmuyor, hüzünlü filmlerde ağlayamıyorum, lunaparklardaki en manyak oyuncaklara bindiğimde bile herkes indirin diye bağırırken ben heyecan dahi hissedemiyorum. Ve bu durum beni gerçekten kaygılandırıyor. Acaba yavaş yavaş bir robota mı dönüşmeye başlıyorum? Yakında kemikten ibaret olan bedenim metale dönüşürse şaşırmayacağım. Bu konuyu sonra tekrar konuşmalıyız, önemli çünkü). Freddy Krueger’ı izledikten sonra korkan bir x kişisinin-isim vermek istemiyorum-yoğun isteği üzerine hemen yatmadık da, iki adet komik dizi izleyip öyle uyuduk.
Bugün de sabah 10.30 gibi uyandım aslında. Ama kalkmadan evvel, iki saate yakın yatakta kitap keyfi yaptım. Sonra yine Buketle mükellef bir kahvaltı hazırladık. Benim çok önceden kuzenimden öğrenmiş olduğum domatesli omleti yaptık. Mmmhh! Çok da güzel oldu. Kahvaltıdan sonra ise, bkz. hamaratlığımın ikinci kanıtı olan patlıcan yemeği yaptık. Üstelik, bilmem fark ettiniz mi ama, burada bana ekstra puan kazandıracak bir detay var. Şöyle ki, yemeği karnımız acıktığı zaman yapmadık. Gerçek birer ev hanımları gibi, daha sabahtan akşamı düşünerek ve sakla samanı gelir zamanı, ak akçe kara gün içindir gibi atasözlerimizin kadir ve kıymetini, anlam ve önemini bildiğimizden önceden yapıp hazırladık. Tüm bu hamaratlıklarımdan sonra, odama gidip, adettendir diyerek gündüz programı izlemem gerekirdi ama şimdilik bu kadarıyla yetinmem gerektiğini, henüz o mertebeye ulaşamadığımı çok geç olmadan (çok şükür!) anladım. Tekrar bir kuple kitap okuduktan sonra, biraz internette gezindim. Sevdiğim bazı blogları okuyunca ne zamandır heveslendiğim gibi, hadi ben de bir şeyler yazayım artık, benim de bir blogum olsun, benim de içim neşeyle dolsun telaşlarına kapıldım. Ve oturup size, çok da merak ediyormuşsunuz gibi, haftasonu pineklemelerimi anlattım. Anlattım anlatmasına ama, bilmiyorum hala bir blogum olacak mı, emin değilim açıkçası. Bakalım, zaman ne gösterecek… 

Not: Yine tahmin edileceği üzre, bu yazı da bahar dönemine ait. Zamanın ne göstediği ise açıkça görülmekte. :)

Yazını da al git bahar!



Bahar gelince neşeyle dolmamız gerekmiyor muydu? Ağaçlar çiçek açaar, her yer yemyeşil oluur, güneş ışıldaar, kuşlar cıvıldaar, herkes mutlu oluur… Ben niye böyleyim peki? Nasıl yani, mutsuz musun derseniz, mutsuzum da diyemem aslında. Ama mutlu da değilim. Offf, yine çelişkilerdeyim!
Önceden hangi mevsimi en çok seversin muhabbeti yapıldığında, bilmem ki hepsini seviyorum aslında, ya da birinin daha özel bir yeri yok bende, mevsim işte yaşıyoruz geçiyor diye düşünürdüm. Ama artık biliyorum, baharı ve yazı sevmiyorum ben. Çok can sıkıcılar çünkü. Halbuki bir kış olsun, bir sonbahar olsun öyle mi? Giyersin paltonu, sarınırsın atkına mis gibi oooh! Üşümenin tadı da bir başkadır hani… Dışarıda o kadar üşür, donarsın, içinde kendini bir an önce sıcak bir yere atma telaşı vardır hep. Ve o sıcak yuvayı bulduğunda-ki orasının evin olması gerekmez, sıcaklığın yayıldığı herhangi bir nokta, önünden geçerken yüzüne ılıklığın vurduğu bir dükkan bile olabilir- orada sonsuza kadar kalmak ister, o ilk ısınış anının doyasıya tadını çıkarırsın. Artık şöminenin önüne uzanmış bir kedi misali keyifle mırlama vaktidir! Ah bir de sobalı bir yerdeyseniz, tadından yenmez…
Bahardaysa, tamam ağaçlar, kuşlar, böcükler hepsi iyi güzel hoş da, böyle bir anlamsızlık, isteksizlik sarıyor hem, hem de bir gezme isteği baş göstererek, çelişkilere gark ediyor insanı. Bugün Pazar'dı mesela, ben ha bire debelenip durdum dışarı çıksam mı çıkmasam mı diye. Bir yandan diyorum acaba sahile gidip güzel bir yürüyüş yapıp bir çay içsem ya da Taksim’e gitsem de bir gazla İngilizcesini okumaya karar verdiğim Dawkins’in son kitabını mı alsam. Bir yandan da diyorum aman boşver, al kahveni, kitabını, gömül yatağın içine, olmadı aç bi film izle. Dışarıda güzel havada gezmek, çimlerde oturmak hem çok çekici geliyor hem de çok boş. Ve ben hangisini o an yapmıyorsam, yaptığımdan pişman olup, onu yapmak istiyorum.
Bugün oda arkadaşımla tam yemek yiyecektik, o tabakları çıkarıyordu, pembe plastik tabağımı göstererek sordu, bu tabağa mı koyayım sana diye. Ben bir duraksadım önce, ama hemen cevap da vermem gerekiyordu, ama cevaplamadan önce de bir düşünmem gerekiyordu, anlayacağınız çok zor durumdaydım! Verdiğim cevap ise evet, hayır, olur, ya da, neyse, şey… şeklinde uzayıp giderken arkadaşım artık dayanamayıp ne fark eder Aslı yaa, çıkardım işte diyerek çelişkime son verdi. Peki, diyerek kaderime razı olmuş gibi gözükürken, itiraf edeyim hala içimden acaba bu plastik pembe tabağı değiştirip, beyaz porselen tabağı mı alsam diye düşünmüyor değildim. Ah bahar ah, hep senin yüzünden!
Galiba bir de okul takvimine göre yıl sonuna gelmiş olmamızın da etkisi var baharı sevemememde. Koskoca bir yıl daha ne çabuk geçti, daha dün yeni başlamıştım üniversiteye, şimdi bir baktım üçüncü sınıfın sonuna gelmişim, hey gidiii… şeklinde yakarışlar püskürüyor içimden. Tabi bir de gelecek kaygısı var. Son yılım yaklaşıyor ve ben hala ne çalışmak istediğime karar vermiş değilim. Neyse, bu konulardaki umudum, yazın yapacağım stajlarda, o yüzden şimdiden dertlenmemeliyim.
Haa, bir de gecelerin kısalması mevzuu var tabii… Yahu niye kısalıyor bu geceler? Tamam gündüzler uzun olsun, ona lafım yok! Ama niye geceden çalıyorsun sevgili bahar, ne zararı var ki sana. Garibim uzun uzun dursun bi köşede, nolucak sanki. Geliyorum yurda, yemek yiyorum falan, sonra bir de bakmışım hiçbir şey yapamadan yatma vaktim gelmiş! Hak mı adalet mi bu şimdi. Geceye yapılan haksızlığı kime şikayet edeyim ben? Kendimi düşündüğüm için değil, geceyi düşündüğüm için söylüyorum bunları, gerçekten…
Böyle işte… Anlayacağınız, bahar demek çelişki demek bende. Kararsızlık demek, karamsarlık demek, umutsuzluk demek. Buradan bahara sesleniyorum: sevmiyorum seni bahar, yazını da al git! 

Not: Bu yazıyı, tahmin edilebileceği üzre, bahar döneminde, hatta tam olarak 9 Mayıs 2010'da yazmış idim. Bu, hayali blogum için yazdığım ilk yazı idi. Demek ki hayali blogumun gerçeğe dönüşmesi için tam 3 ay 21 gün geçmesi gerekiyormuş. Vay be...