Bugün ne yaptın (Aslııı? Çekirdeklerini çıkardım reçel yaptım!)
Biliyorum herkes bugün ne yaptığımı
çok ama çok merak ediyor. Ben de siz hayali okuyucularımı kırmayıp bugün
yaptığım her bir haltı anlatmaya karar verdim. Bugün benim Mikrobiyal
Metabolizma dersi için sunum yapmam gerekiyordu. Ben de her zamanki gibi
hazırlanmaya başlamayı son ana dek erteleyen bir insan olduğum için dün gece saat
00.00’ı vurduğunda hâlâ sunumum ortada yoktu. Üstelik uykum da gelmişti. Hadi
bir saat uyuyayım da sonra kalkarım diye hâlâ daha erteleyebildiğim kadar
erteleme maksadındaydım. Üstelik aynı numarayı eve geldiğimde de uygulamıştım,
biraz uyumuştum yani. Neyse ki makaleyi daha önceden okumuştum da sadece slayt
hazırlamak kalmıştı. Böyle söyleyince sanki iki dakkada bitecek bir iş gibi
geliyordu kulağa ama işin içine benim yavaşlığım, oyalanmalarım ve ayrıntı
manyaklığım katılınca sabaha kadar sürdü. Tabii bir de sunacağım makalenin
hocanın kendi makalesi olması dolayısıyle pek kıvırma şansım olmadığından iyi
hazırlanmak zorundaydım, açığım olmamalıydı yoksa hemmen yakalanırdım. Aslında
makaleyi de sevmiştim. Bora dirençli bir bakteri türünün bor direncinin
arttırılması için evrimsel mühendislik yaklaşımıyla, zamanla artan bor
konsantrasyonlarına ekilen bakterilerin jenerasyonlar ilerledikçe daha dirençli
hale getirilmesiydi amaç. Bitirdiğimde, normalde uyanmam gereken vakte bir saat
kalmıştı. Hemen uyudum bir saat ve uyandım, duşa girdim, hazırlandım ve çıktım.
Aslı derse yetişebilecek miydi? Du-duf-duf-du-duf!!!
Tabii ki hayır! Aslı kanunlarına göre
her derse minimum 5 dakika geç girilir çünkü. Kapıyı büyük bir tedirginlikle
açtım, ya hoca içerde değilse, ya ders başlamadıysa da ben erken/zamanında
geldiysem? Güp-güp, güp-güp! (Bunlar kalp atışı efekti oluyor bu arada.) Neyse
ki evet, hoca çoktan girmiş ve ders anlatmaya başlamıştı. Derin bir nefes alarak
zamanında gelmediğimi görüp rahatladım. Prensiplerine sımsıkı bağlı bir kişi
olarak neyse ki yine geç kalmayı ihmal etmemiştim.
Hocanın ders anlatımı bitince 15
dakikalık ara verdik. Daha sonra art arda 3 kişi sunum yapacaktık. Arada
elbette ki kahve ritüelimi icra etmek üzre kantine gittim. Geçenlerde yeni
tanıştığım bir arkadaşımın kahve içmediğini öğrenerek şok olmuş ve ona seni
insanlıktan reddediyorum demiştim. O da bugün denemeye karar vermiş.
Hangisinden alayım diye sordu, önce üçü bir aradayla başla sonra yavaş yavaş
sadeye doğru geçiş yaparsın aynı bakterilerin bora alıştırılması gibi ben de
seni sade kahveye alıştırıcam, her gün içindeki süt tozu miktarını azaltarak
sonunda sade kahve içebilir hale getiricem dedim. Evet, evrimsel mühendislik
yöntemini insanda denemeye karar verdim! Daha sonra ona kahve paketinin nasıl
açılacağı, 4. elementten (tahta) yapılmış karıştırma aparatının kahve
karıştırıldıktan sonra-eğer tahta aromalı kahve içilmek istenmiyorsa –içinde
bırakılmaması gerektiği gibi KAH101 dersleri verdikten sonra ilk hedefimiz
sınıf omak üzere ilerledik.
Sunumlar başladıktan sonra hiç ara
vermediğimizden ve havanın çok sıcak, Mobgam sınıflarının ise çok daha sıcak ve
havasız olmasının doğal bir sonucu olarak sınıftaki herkes amip kıvamına
gelmişti. Son olarak ben de yaptım sunumumu ve sonra özgürlüğümüze kavuştuk.
Artık yalancı ayaklarımızla doğaya akabilirdik.
Hava o kadar sıcaktı ki adeta bir yaz
günüydü. Böyle bir havada ne kadar yorgun ve uykusuz olsam da eve dönemezdim
(bkz.Aslı kanunları no:2) , kendim için değil inanın, dışarıda bir yerler
gezilmek üzre beni beklerken onları hayal kırıklığına uğratamazdım. Bu ahval ve
şerait içinde Ayt’ı aradım, evdeymiş ve ona seni dışarı çıkarayım mı dedim, o
da çıkma teklifimi kabul etti. Müg de evdeymiş ve hatunlar daha kahvaltı bile
etmemişler. Ayt her zamanki hamaratlığıyla poğaça yapmış.(Bu kız beni
öldürecek, sabah sabah üşenmemiş kalkmış poğaça yapmış yaa, hep böyle bu!
Diyorum ona da, senin vakt-i zamanın geldi, bir an evvel evlenip çoluk çocuğa
karışman lazım diye ama işte… Önemli not: Adaylar için Ayt’ın telefon numarası:
0555 857 …) Ben de onlara gittim doğruca. Poğaçalarımızı lüplettikten sonra
evden çıktık. Planımız deniz kenarında yürüyüştü. Onların evi Hisarüstü’nde ve
Boğaziçi Güney Kampüs’e çok yakın. O yüzden biz de kampüsün içinden Bebek’e
doğru süzüldük. Kampüsün içindeki o yol çok güzel zaten, yemyeşil ağaçlarla
dolu kocaman bir cangıl. Böylece doğa yürüyüşümüzü de yapmış olduk.
Hava çok sıcaktı. Tabi özlediğimiz bu
sıcaklığı sevinçle karşılıyorduk. Müg de bir ara yukardakiyle hava sıcaklığı
pazarlığı yapmaya başladı: Allah’ım, bugünkü sıcaklık değil ama bunun birkaç
derece altı çok iyi, tam ideal sıcaklık, hep böyle olsun hava. Zaten hayatımda
şu an her şey yolunda değil, teselli hediyesi olarak böyle bir şey alsam olmaz
mı? Hem dünyada sürekli yaz veya sürekli kış olan yerler var, burası da sürekli
bahar oluversin, diyordu. Sonra böyle yerlerin zaten olduğunu mesela California’nın
hep baharı yaşadığını söylediler. Bende hemen o günkü sunumumun yan etkileri
baş gösterdi ve California’nın bor çıkarımında önemli bir yer olduğu, Türkiye’de
ise Balıkesir, Kütahya ve Eskişehir’in önem arz ettiğini söyleyerek onları
aydınlıklara gark ettim! Tabii ki sonra laf Balıkesir’e ve benim Balıkesir
milliyetçiliğime geldi. Ama n’apayım yani bir başkadır benim memleketim,
seviyorum kendisini, sevmek suç mu? Tamam belki büyük, süper muhteşem bi yer değil
ve merkezinde deniz de yok ama evim, ailem orda, 18 yıl orda yaşadım ben,
sadece memleketim olması onu sevmem için yeterli bir neden. Sonra Müg, Birsen
Tezer’in ‘Seni sevdiğimdendir gelirim ben bu yere’ diye başlayan Balıkesir
şarkısını söylemeye başladı. Ben de hemen -hazır yerel milliyetçiliğim kabarmışken- Balıkesirli
olmayanlar o şarkıyı anlayamaz dedim. Çünküü, Balıkesirli olmayan, şarkının ‘Dağlar
bilmez, bağlar bilir, orman bilmez, Başçeşme bilir’ sözlerindeki Başçeşme’nin
mezarlık olduğunu bilmez. Ne kadar şanslısınız ki benim gibi bir arkadaşınız
var da bu önemli bilgiyi öğrenebildiniz dediğimdeyse Ayt bana hak vererek bunun
özellikle kendisi için çok faydalı olduğunu, bilmediği bir şarkıda geçen kelimenin
gerçek manasını öğrenmenin hayatında nasıl bir dönüm noktası yarattığını, bana
her zaman müteşekkir kalacağını belirtti.
Bebek’ten Beşiktaş yönüne doğru
yürümeye başladık. Arada yorulunca da banklara oturup dinlendik, fotoğraf
çektik, oltayı bir türlü düzgün atamayan, attığında oltayı bir yerlere takmayı
başaran, sonra da onu kurtarmaya çabalayan genci izleyip eğlendik. Arnavutköy’e
varınca Müg bize ilginç dondurmalar satan bir dondurmacıdan dondurma ısmarladı.
Yoğurtlu, nutellalı, tiramisulu, tarçınlı gibi bir sürü ilginç dondurma çeşidi
satılıyor burada. Hepsi tamam da yoğurtluyu hayal edemiyorum bir türlü, nasıl
yani yoğurtlu, niye yoğurtlu dondurma yenilmek istensin ki, çok saçma ama
denese miydim keşke.
Biraz daha yürüdükten sonra bir çocuk
parkında tahteravalliye binip, egzersiz aletlerinde sallanarak eğlendik. Sonra
yürümeye devam ettik. Köprünün altından geçerken dilek tutmayı da ihmal
etmedik. (Acaba ne tuttuk-çok zor bi tahmin!) Sonra biraz da Ortaköy’de
oturduk. Haftaiçi olmasına rağmen güzel havanın etkisi ile baya kalabalıktı.
Papyonlu bir kedi gördük çok tatlıydı. Her yeri simsiyah, sadece boynunda
papyon gibi bir beyazlık vardı, çok şıktı doğrusu!
Sonra Ortaköy’den kalkıp son
yürüyüşümüzü Beşiktaş’a doğru yaptık. Her zamanki gibi araçlar trafikte
kilitlenmişti, zaten Ortaköy-Beşiktaş arasının açık olduğunu hiçbir zaman
görmemiştik. Beşiktaş’a vardığımızdaysa (batarken ardında güneş tepelerin)
gelmişti veda vakti. Ayt ve Müg’den ayrılıp otobüse bindim ve eve gittim. Eve
vardığımda uykusuzluk ve yorgunluktan ölmüş vaziyette olsam da keyifli bir gün
geçirmiş olmaktan dolayı mutluydum. Buketse zavallım evde ders çalışmaktaydı.
Onun odasındaki koltuğa attım kendimi, sırt üstü uzandım. Bir yandan da Buketle
konuşuyorduk. Sonra ben bu arada uyumuşum, çok kısa bir an ama. Buket’in, elektrik
kaçağı bla bla bla diyen sesiyle birden uyandım. Neymiş, ne olmuş diye sordum.
Buket, nasıl yaa uyuyo muydun sen, ben boşuna mı anlattım şimdi, dedi. Meğer
bana okuduğu bir haberi anlatıyormuş.
Odama gittim. Aslında dediğim gibi çok
uykum vardı ama bugünü yazmak istedim unutmadan. Buraya yazayım ki balık
hafızamdan silinse bile bakınca hatırlayabileyim dedim. Gerçi yazarken yine
uyuyakalmışım, ertesi gün tamamlayabildim ancak.
Son sözüm (evet sevinebilirsiniz, sonrasında
azad ediyorum sizi): Bu da böyle bir günümdü işte dostlar…
Not: Bahsi geçen gün 25 Nisan Çarşamba (Niye yazdıysam, çok önemli bir ayrıntıymış gibi! İçimden geldiyse demek ki...)
* İlk resmi internetten buldum, Francisca Simon'un Örümcekli Okul adlı bir kitabına aitmiş. İkinci ve üçüncü ise Ayt'ın gezimiz esnasında çektiği fotoğraflar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder